28 Şubat 2010 Pazar

mikromanipülatör mikroforj gözlük

 

 

Mikrop,

Technorati Etiketleri: ,,

hücre gibi son derece küçük organizmalar üzerinde deney yaparken, bu minicik canlıları, parmaklarla evi­rip çevirmek mümkün değildir. Bu iş için mikromanipülâtörden yararlanılır. Adı geçen âlet, deneycinin hareketleri­ni, çok küçük oranda, bir mikro iğne­ye iletir. Bu sonuç, bir hava boşaltma aygıtıyla elde edilir. Deneyci, mikros-kopun okülerine eğildikten sonra, kü­çük bir çubuğu dilediği gibi hareket ettirmek suretiyle, mikromanipülâtörün iğnesini oynatarak, ancak mikroskopla görülebilecek küçüklükteki organizma­ya istediği durumu verir.

Mikroforj,

mikromanipülâtörde kulla­nılacak küçük âletlerin ateşle işlenme­sini sağlayan bir aygıttır. Mikroforjun akkor durumuna gelebilen, iridyumlu platinden yapılmış, bükük bir teli var­dır. Bu aygıtta da, mikromanipülâtörde olduğu gibi, bir hareket küçültme sis­temine başvurulur, işlenecek malzeme platin tele yaklaştırılıp uzaklaştırılmak suretiyle sonuç alınır. Mikroforj ile iş­lenen âletler arasında küçük delikli iğ­neler, neşterler, kancalar, kulplar, spa-tulalar, içbükey ya da dışbükey yuvar-lacıklar, vantuzlar, balonlar, sondalar ve benzerleri savılabilir.

Gözlük,

gözleri iyi görmeyenlerin gör­me kusurlarını gidermeye ve gözleri ko­rumaya yarayan, camdan bir âlettir. Normal bir gözde, görüntü, ağtabakanm tam üstüne düşer. Miyop gözlerde bu görüntü, ağtabakanın önünde meydana gelir. Gözleri böyle olanlar, bu kusuru gidermek için içbükey mercekli gözlük kullanırlar. Hipermetrop gözlerde ise, görüntü, ağtabakanın gerisinde oluşur. Hipermetroplar dışbükey mercekli göz­lük lakmalıdırlar. Presbitlik denilen ve yaşlılık nedeniyle meydana gelen göz kusuru da. yine dışbükey mercekli göz­lükle önlenir.

elektronik mikroskop

Technorati Etiketleri:

elektronik mikroskop

Elektronik mikroskopun icadını Fran­sa fizikçisi Louis Cartan'a borçluyuz. Çift okülerli optik mikroskoplar, ci­simleri 2500 defa büyütebildikleri hal­de, elektronik mikroskop çok daha bü­yük bir ölçüde, 1 milyon defa büyüte­bilir. Elektronik mikroskop, optik mik-roskopuna oldukça benzer. İki mikros­kop arasındaki lemel fark, optik mik-ronkopunda incelenecek cismin üzerine ı.şın gönderilmesine karşılık, elektronik mikroskopla elektron akımı gönderil­mesidir. Elektronik mikroskopta özel bir düzen sayesinde 50.000 - 100.000 voltluk gerilim verilen elektronlar, bir magnetik alandan geçerken kırılırlar ve bir mercekten geçiyormuş gibi yan­sırlar. Bundan sonra görüntü, doğrudan doğruya flüoresan bir ekran ya da bir fotoğraf camı üzerinde meydana gelir. Görüntü ayrıca merceklerle büyütülür. Elektronların sağladıkları bu imkân op­tik dilinde "ayırıcı güc" denilen bir özellikten doğmaktadır. Bir optik âleti­nin, aralarında en az uzaklık bulunan iki noktayı, açık seçik bir şekilde birbi­rinden ayrı gösterebilme niteliğine, o âletin ayırıcı gücü denir ki, bu güc, uzunluk ya da açıyla ölçülür. Bir mik-roskopun ayırıcı gücü. âlette kullanılan ışığın dalga uzunluğuna aşağı yukarı eşittir. Dalga ise, Louis de Broglie'nin dalga mekaniği teorisine göre, bir "elek­trik atomu" olan elektrona bağlıdır ve gözle görülen ışığın dalgasından çok daha küçüktür. İşte, bundan dolayıdır ki, elektronik mikroskopun ayırıcı gü­cü, optik mikroskopun ayırıcı gücün­den çok daha büyüktür. Elektronik mikroskop aracılığıyla, vi­rüsleri, hattâ iri molekülleri görebil­mek, bunların fotoğraflarını çekmek mümkün olmuştur. Bu mikroskopla bir alyuvarı ya da normal boydaki bir insanı 1 milyon defa büyüttüğümüzü düşünürsek, karşımıza 8 m. çapında bir alyuvar ve 1.700 km. boyunda bir insan çıkardı! Fransa'nın Toulouse şeh­rindeki Elektronik Optik Laboratuva-rı'nda bulunan dev elektronik mikros­kop. 1,5 milyon voltluk bir jeneratörle çalışır. Söz konusu mikroskopta akım gerilimi son hadde çıkarıldığında, elek­tronların hızı, ışık hızına yaklaşır.

büyüteç

büyüteç

Büyüteç, yakındaki küçük cisimleri ve şekilleri, daha büyük bir açı altında, daha ayrıntılı olarak görmeyi sağlayan ve odak boyutu birkaç santimetreden ibaret olan yaklaştırıcı bir mercektir. Bu âlet, saatçilerin, kuyumcuların, do­kumacıların, tabiat bilginlermin ve pul koleksiyoncularının en sâdık dostudur. Büyüteç, iki yüzü dışbükey bir mer­cekten yapılmıştır, yâni her iki yüzü de aynı şekilde tümsektir. Dolayısıyla yakınsak bir mercektir; eksenine para­lel olarak aldığı ışınları kırarak, odak noktasına yöneltir. Seyredilecek cisim.

Technorati Etiketleri:

mikroskop

Technorati Etiketleri:

Mikroskoplarda da yakınsak mercek­lerden yararlanılır. Bu merceklerden objektif, gözlemi yapılan cismin gerçek görüntüsünü büyülterek verir; oküler ise, bir nesne olarak kabul edilen bu gerçek görüntünün gözlenmesinde bü­yüteç ödevini görür. Böylece cismin art arda büyümüş iki görüntüsü elde edi­lir. Objektif, odak uzaklıkları çok kısa olan birçok yakınsak mercekten meyda­na gelmiştir. Oküler ise, genellikle iki yakınsak mercekten yapılmıştır. Mik­roskop ayrıca, ışık sapınçlarını önleyici merceklerle donatılmıştır.

Mikroskopta bulunan bir dişli ayar vi­dası, âlete büyük bir hareket imkânı sağlar. Mikrometrik vida ise, ufak te­fek hareket değişiklikleriyle, görüntü­yü ayarlamaya yarar. Görüntünün yü­zeyi, gözlenen cismin yüzeyinden bü­yük olduğu için, bu görüntü, direkt olarak bakılan cisimden daha az aydın­latılmıştır. Bu bakımdan, görüntünün üzerine, bir kondansatör aracılığıyla ışın demeti düşürmek gerekir. Mikros-kopun tabanına yerleştirilmiş bir akım prizi, kondansatörü elektrik enerjisiyle besler. Gözlemi yapılacak cisme gelince, bunun, bir cam levha üzerine yerleşti­rilmiş, incecik ve yarı saydam bir kesit olması zorunludur. Bazı mikroskoplar­da fotoğraf makinesi de vardır.

Mercekle bu odak arasında olunca, merceğin öbür tarafındaki göz, o cisim­den gelen ışınları, daha büyük bir ci­simden geliyormuş gibi algılar. Bir cisme büyüteçle bakıldığında, cismi gören açının çıplak gözle bakıldığı açı­ya oranına, optikte, "büyütme" denir. Laboratuvarlarda genellikle çift oküler-Ii büyüteçler kullanılır. Yan yana geti­rilmiş iki tüpten ibaret olan bu büyü­teçlerin okülerleri, her gözlemcinin göz bebekleri arasındaki uzaklığa göre ayar­lanabilecek şekilde düzenlenmiştir. Bun­ların optik eksenleri, siyah ya da beyaz renkte, saydamsız bir platin üzerinde kesişirler. İncelenecek cisim, platinin üstüne yerleştirilir. Çift okülerli büyü­teç daha çok, küçük cisimlerin az bü­yütülmesine elverişlidir.

planetaryum

Technorati Etiketleri:

planetaryum

Planetaryum. gökyüzünü ve yıldızların hareketlerini temsil eden, sunî bir gök knbfaesi görünümündeki optik düzeni­dir. Paris'teki Keşifler Sarayında, ilgi çekici bir planetaryum modeli bulun­maktadır. Söz konusu tesisin kubbesi 23 metre çapında ve 15 metre yüksek­likledir. Kubbenin altı, Paris'in pano­ramasını canlandıracak şekilde, şehrin karakteristik yapılarının ve anıtlarının siyah silûetleriyle bezenmiştir. Düzenin merkezinde, bir kumanda masasının mı oturan yöneticinin kullandığı projeksiyon cihazı yer alır. Planeter denilen, iki buçuk ton ağırlığındaki ve üç dönme ekseni bulunan bu cihaz, made­nî bir çatıya asılı olup, yedi küçük ses­siz motorla hareket eder. Planeterin, bir halter âletinin güllelerini andıran, simetrik iki kocaman başı vardır. Baş­lar, çok sayıda lombozla donatılmışlar­dır. Bu lombozlar, projektör açıklıkla­rıdır. Planeterdc yüzden fazla özel pro­jektör bulunur. Optiğin ve mekaniğin bir şaheseri olan bu düzen, insana, iki başlı bir robotu hatırlatır. Yeterince karanlık sağlanıp da plane-taryumun projektörleri çalıştırılınca, kubbede 9000 yıldızın görüntüsü beli­rir. Samanyolu boydan boya meydana çıkar. Gezegenler dönmeye başlarlar. Kubbenin bu manzarası gerçekten büyüleyicidir.

Planetaryumu yöneten uzman, zamanı istediği gibi ayarlamak ve kullanacağı birkaç düğme sayesinde, bu sunî gökte­ki yıldız kümelerinin hareketlerini di­lediği gibi hızlandırmak ya da yavaşlat­mak olanağına sahiptir. Yönetici, Dün-ya'nın dönüşünü durdurabilir ve böyle ce, her şeyi altüst eden gündüze bir son vererek, gezegenlerin hareketlerini göz­lememize imkân sağlar. Bu sayede. Evren'de meydana gelmesi yıllar iste­yen yer değiştirmeler, kavuşmalar, bir­kaç saniyede gerçekleşiverir. Gökyüzü­nü, Kuzey Kutbu'ndan, Avustralya'dan, Ekvator'dan göründüğü şekilde seyre­debilir; Ay'ın evrelerini, Güneş'in mev­simlere göre hareketlerini, Venüs'ün, Mars'ın, Satürn'ün ve Jüpiter'in devim­lerini izleyebiliriz.

rasathane kubbesi

Technorati Etiketleri:

Rasathane kubbelerinin görevi, gözlem âletlerini korumak ve gözleme yardım­cı olmaktır.

Rasathane kubbesi, kendi ekseni çev­resinde dönebilir. Bu bakımdan onu. döner top kulelerine ya da savaş gemi­lerinin top taretlerine benzetebiliriz. Her rasathane kubbesinin ortasında, ge­niş bir yarık vardır. Gerektiği zaman bu yarığın kapağı açılır ve teleskop ya da gök dürbünü, bu yarığa yöneltilerek gözlem yapılır.

Rasathane kubbesi, dünyanın kendi ek­seni çevresindeki dönüş hızıyla orantı­lı bir hızla döner. Gözlem âletleri de kubbenin hareketine aynen uyarlar. Bu dönme, gök cisimlerinin fotoğrafını alabilmek için gereklidir. Eğer gözlem kubbesi ve âletleri sabit kalsalardı, çe­kilen fotoğraflar bulanık ve bir çizgi ha­linde çıkardı.

Dünyanın en ünlü rasathane kubbele­rinden birisi, Fransa'da, 1885'te açılan Nice Rasathanesi'nde bulunmakta­dır. Gustave Eiffel'in yaptığı bu kub­benin tabanı, civa dolu. yuvarlak bir kanalda yüzen simit biçimindeki şa­mandıranın üstüne oturtulmuştur. Bu sayede kubbe, ekseninin çevresinde ko­layca diiner.

Dünyadaki rasathane kubbelerinin en önemlisi, Palomar Rasathanesi'ndedir. Bu kubbenin yüksekliği 30 m'yi geçer.

gök dürbünü

Technorati Etiketleri:

Gök dürbününde de, mikroskopta oldu­ğu gibi, iki yakınsak mercek düzeni bu­lunur: Oküler ve objektif. Oküler, ob­jektifin verdiği gerçek görüntünün in­celenmesinde, büyüteç ödevini yapar. Objektif, "çember" ya da "oküler hal­kası" denilen bir yuvarlak meydana ge­tirir. Bu ışıklı küçük yuvarlak, oküle­rin arkasında yer alır ve genellikle göz­bebeği yuvarlağından küçüktür. Bu, gözün en fazla ışık almasına elverişli yerdir. Objektif, odak uzaklığı çok bü­yük olan bir sistemdir. Rasathane dür­bünlerinde bu uzaklık birkaç metreye ulaşabilir.

Gök dürbününün iç tarafına yerleştiril­miş olan ağcık, gözlem işinde kesin bir ayar yapmaya yarar. Bu ağcık, örüm­cek ağının iplikleri gibi incecik ve bir­birini dikey olarak kesen iki telden meydana gelmiştir. Gök dürbününün optik ekseni, ağcık tellerinin kesişme noktasından geçen doğrudur. Eğer, bir yıldızın görüntüsü, bu kesişme nokta­sıyla çakışıyorsa, gözlem ayarı tamam demektir.

Gök dürbününün üzerine eklenmiş ara­yıcı denilen bir küçük dürbün de, göz­lem ayarının yapılmasında kolaylık sağlar. Gök dürbünü, görüntüleri ters olarak verir. Dolayısıyla yeryüzündeki cisimlerin gözlemine elverişli değildir. Bu bakımdan, karada kullanılan uzun erimli dürbünlere, görüntüyü düzeltici bir optik düzen eklenmiştir.

elektronik teleskop

Technorati Etiketleri:

elektronik teleskop

   elektronik teleskop Palomar tepesine dev bir teleskopun yerleştirilmesinden sonra, bundan da­ha büyük bir teleskopun teknik bakım­dan sakıncalı olacağı anlaşıldı. Daha büyük bir ayna, görüntüleri bozabile­cekti. Bunun üzerine, araştırmalar, ışık alıcılarını geliştirme alanına yö­neltildi. İşte, Fransa'da, Andre Lalle-mand ile Maurice Duchene'in yaptık­ları elektronik teleskop (aslında bu bir teleskop olmayıp, teleskopu kuv­vetlendirici bir optik âletidir), bu araş­tırmaların sonucunda doğdu.

    Söz konusu optik âlet, üstüne yerleşti­rildiği teleskopun erimini on kat, has­saslığını ise yüz kat artırarak, hem da­ha uzağı seyretmeyi, hem de daha iyi görmeyi sağladığı gibi, teleskopun gö­rüntüyü oluşturma süresini de büyük ölçüde kısaltmaktadır. Böyle bir dü­zende, ışın demetinin yerini, elektro­nik mikroskopta olduğu gibi, bir elc-tron akımı almakladır. Elektronik teleskop, çok büyük güç­lüklerle gerçekleştirilebilmiştir. Bunun­la birlikte, âletin 1933'te keşfedilen prensibi, oldukça basittir. Şöyle ki: Foton ya da ışık-özii denilen ve gözle­nen yıldızdan gelen ışın tanecikleri, önce ince bir cam levhaya çarparlar. Üzeri, incecik bir maden (sezyum ya da antimon) tabakasıyla' kaplı olan ve fotokatod adı verilen bu levha, foto­elektrik etkisiyle, fotonları elektrona dönüştürür. Daha sonra bu elektronlar, yörüngelerini izleyerek yollarına de­vam ederler ve yüksek basınç altındaki elektrodların arasından geçerken, bir elektronik mercekler düzeniyle hızlan­dırılırlar. Hızlanan elektronlar, foton-larınkinden çok daha büyük bir ener­jiyle bir fotoğraf camına vurur ve ora­da, yıldızın görüntüsünü oluştururlar. Aletin hassaslığını şu örnekle belirte­biliriz: Yeryüzünü dümdüz farzedelim ve Eyfel Kulesi'nin tepesinde yanan bir mum düşünelim. New York'taki Empire State Buliding gökdeleninin tepesine yerleştireceğimiz 2,50 m'lik bir elektronik teleskopla, bu mumun ışığını seyretmemiz mümkündür.

teleskop

teleskop
Astronomi dürbününde objektif, bir yakınsak mercek olduğu halde, teleskopun objektifi bir içbükey aynadır. Bu ayna, uzayın gerçek görüntüsünü, teleskopun odak düzlemi içinde verir. İlk aynalı teleskop, 1672'de Newton tarafından gerçekleştirilmiştir. Daha sonra, Foucault, teleskoptaki madenden yapılma küresel aynayı kaldırarak, yerine, daha iyi görüntü veren, gümüşlü camdan içbükey aynayı koymuştur. (Günümüzde ise bu iş için alüminli aynalar kullanılmaktadır.) Teleskoplar geliştikçe, dev birer âlet durumuna gelmişlerdir.
Herscherin yapmış olduğu teleskopun odak düzle¬mi 12 m uzunluğundadır. Açık hava¬da kurulan bu âletin borusu, bir yelkenli gibi direkler, merdivenler, vinçler, makaralar ve iplerle donatılmış kocaman bir çatının içine asılıdır. Teleskopun bir gözlem kabini de vardır. Dünyadaki teleskopların en güçlüsü, Kaliforniya'daki Dalomar tepesindedir. Bu dev aygıtın aynası 5 m çapındadır. Batı Avrupa'nın en büyük ve en mükemmel teleskopu ise, Fransa'nın Yukarı-Provence bölgesindeki Saint-Mic-hel Rasathanesi'nde bulunmaktadır. Söz konusu teleskopun 193 sm çapın¬daki kusursuz aynası, sekiz yıl süren uzun bir çalışmanın ürünüdür. Şu ayrıntı, kusursuz bir ayna elde etmek için gösterilen aşırı titizliği ortaya koymaktadır: İçbükey aynaların iç bükeyliklerinin kusursuzluğu, düz bir ayna yardımıyla doğrulanır. Bu ayna, önceleri bir civa banyosuyla elde ediliyordu. Daha sonra, özel işlemlerle yapıl¬mış, çok daha kusursuz aynalara baş¬vuruldu. Çünkü civa, daracık kabında bile, hiç denecek ölçüde de olsa, yerkürenin yuvarlaklığını yansıtıyordu. Kılı kırk' yaran modern optik uzmanlarının gözünde bu da bir kusur sayılmaktaydı. Öbür yandan, böylesine titizlikle hazırlanmış bir aynanın, kendi ağırlığının etkisiyle, pek hafif de olsa, bozulmalara uğrayabileceği göz önünde tutularak, âlet, her tarafından mekanik düzenlerle desteklenmiş ve böylelikle, âdeta yüzen bir cismin rahatlığına kavuşturulmuştur.

Galilei dürbünü

İtalyan astronomu ve fizikçisi Galilei nin yaptığı ilk dürbün, yakınsak veya ıraksak iki mercekten meydana gelmiş tir. Yakınsak mercek olan objektif uzaktaki cismin gerçek görüntüsünü ıraksak mercek olan oküler ise, o cismi zahirî görüntüsünü verir. Yapımı basit ve maliyeti ucuz olan b küçük boydaki dürbünün görüş aları dardır, büyütmesi de fazla değildiı Günümüzde tiyatro sahnelerini, at yt rışlarını, maçları izlemekte kullanıla dürbünler , genellikle bu dürbün tc mel alınarak yapılmıştır. Ünlü bilgin Galilei dürbününü yapa yapmaz, bunun pek çok alanda, öze likle denizcilikte ve askerlikte yarar olabileceğini düşünmüştü. Nitekin Venedik Senatosu'na yazdığı 24 Ağu tos 1609 tarihli mektubuyla, senato leri, bu "paha biçilmez değerde fa; daları dokunabilecek" âleti görmeye d; vet etmiş ve dürbününün denizlere egemenliği sağlamada yardımcı olac ğını, zira düşman gemilerini iki sa; öncesinden görmeye imkân vereceğiı bildirmişti.
Çok geçmeden, Galilei, dürbünür gökyüzüne çevirdi. Jüpiter gezegenin: uydularını, Venüs'ün evrelerini, Ay' dağlarını ve vadilerini, Güneş'in lek lerini hep bu dürbünle keşfetti. Çağımızda, Galilei dürbününden çok daha kuvvetli ve geniş bir görüş ala sağlayan prizmalı dürbünler mevcuttı

stereoskop

stereoskop
Stereoskop adı Yunanca sîereos (gövde¬li) ve skopein (gözlemek) kelimelerin den kuruludur. Bu âlet, içine konulan resimleri gövdelenmiş gibi, yâni üç bo¬yutlu gösteren bir optik aygıtıdır. Op¬tikte, izdüşümle bir ekran üzerine alı¬nan görüntülerin gövdelenmiş olarak gösterilmesi usûlüne "setreografi"; ay nı manzaranın iki farklı noktadan alın¬mış ve stereoskopta incelenmeye yara¬yan fotoğraflarına da "stereoskopik çift" adı verilir. Bir stereoskopa, böyle çifl yerleştirilince, göz bunu, stereoskopik birleşim sonucu, bir tek görüntü olarak algılar.

radyoteleskop

Technorati Etiketleri: ,,,

radyoteleskop

1931 yılında, astronomlar, gözledikleri j ıldızlarılan geldiği sanılan birtakım radyo dalgaları tespit etmişlerdi. Daha sonra. Samanyolu'nun bazı kesimlerinin "sinyaller" gönderdiği doğrulandı. An­cak, radyoastronomi biliminin büyük bir hız kazanmasına, savaş içinde mey­dana gelen bir olay yol açtı. 1942 Şubat'ının pırıl pırıl bir gününde, bir Alman keşif uçağı, Büyük-Britanya Adası'nm üstünde uçuyordu. Gökyüzü­ne yönelmiş ingiliz radarları, düşma­nın yerini bir türlü bulamadılar. Zira Güneş "âdeta radarların gözünü ka­maştım ordu'". Demek ki Güneş, Hertz dalgaları (elektromagnelik dalgalar) yaymaktaydı. Bu olay üzerine, Güneş'­in ve diğer yıldızların daha büyük bir ilgiyle gözlenmesine başlandı. Astrofizikçiler, bu gözlemleri için. sa­vaş sonrasının büyük imkânlarından bol bol yararlandılar. Çünkü, askerlere artık pek gerekli olmayan radarlar, bilginlerin emrine verilmişti. Kadyoastronomide alıcı aygıt olarak kullanılan radyoteleskop. prensip bakı mından radara çok benzer. O da radaı gibi. madensel kafes biçiminde, parabo­lik bir av nadan meydana gelmiştir. Ay­nanın odağına yerleştirilmiş çift kutup­lu anten, alıcı-yazıcı bir âlete bağlıdır. Dünyanın en güçlü radyoteleskopların-dan biri, Fransa'da Nançay Radyoastro­nomi Araştırmaları Merkezi'nde bulun­maktadır. Bu teleskopun, birbirinden birkaç yüz metre aralıkla, karşılıklı yer­leştirilmiş iki geniş yansıtma yüzeyi vardır. Bunlardan, madensel kafesli, 200 m boyunda ve 40 m yüksekliğinde­ki reflektör, yatay bir eksenin çevresin­de döner ve uzayın derinliklerinden gelen dalgaları doğrudan doğruya al­dıktan sonra. 300 m boyunda ve 35 m yüksekliğindeki, yine madensel kafes­le donatılmış küresel aynaya gönderir. Bu küresel ayna, ışını, odağına yöneltir. Odak, toprağa yakın bir yerde ve iki ayna arasındadır. Burada, küçük bir parabolik anten, gelen enerjiyi toplar ve bir alıcıya gönderir. Dünyanın en ünlü teleskoplarından biri de, İngiltere'deki Jodrell-Bank teles­kopudur. Bu dev boyutlu, fakat olduk­ça basit yapılı düzenler sayesinde, uza­yın sonsuzluklarından gelen Hertz dal­galarını almak mümkündür.

güneşin filmi

Ay' in yörüngesi Dünya ile Güneş arasından geçerken, Güneş, Dünya'nın bazı yerlerinden görünmez olur. Buna "Güneş tutulması" denir. Güneş tutulması tam, kısmî ve halkalı olmak üzere üç çeşittir. Güneşin tam tutulması sırasında, dolayında sonsuz büyüklükteki bir ışık çevresi görülür ki buna taç adı verilir. Büyük Fransız astronomu Ber-nard Lyot'nun 1931'de bulduğu koro-nograf (Güneş'i her durumunda gözlemeye yarayan optik aygıtı) ortaya çıkıncaya kadar bu tacı gözleyebilmek mümkün değildi. Güneş tutulmaları ise pek seyrek meydana gelen ve kısa süren olaylardır.
Koronograf, Güneş'in bir objektifle elde edilmiş görüntüsünü, çapı bu görün-tününkinden milimetrenin onda biri kadar büyük olan bir saydamsız ekranla maskelemek suretiyle sunî bir güneş tutulması meydana getirir. Ekranın yansıttığı Güneş ışığı, aygıtın içindeki havayı ısıtmaması için dışarıya atılır. Maskelenmek suretiyle kesilen ışıktan arta kalan ışık, bir mercekten geçer ve bir iris diyaframının üzerinde görüntüsünü verir. Bir başka objektif de. karanlık ekranın ve Güneş'i saran ışıklı çevrenin görüntüsünü, gözlem plânı içinde oluşturur.
Koronograf sayesinde, ancak Güneş'in tam tutulması sırasında görülen kromosferi (renkküre) ve Güneş çevresindeki püskürtülen, kendilerine özgü pembe renkleriyle seyredebilmek mümkün olmaktadır. Ayrıca, koronografa gelen Güneş ışınlarının yolu üzerine kırmızı bir ekran yerleştirmek ve çok kontrastlı özel levhalardan yararlanmak suretiyle kromosferin ve püskürtülerin direkt bir görüntüsü elde edilebilmektedir.
Bernard Lyot, daha sonra gerçek I e diği dâhice optik düzenlerle, her iki dakikada bir aldığı fotoğraf görüntüle¬rini birleştirerek, Güneş tacının filmini çeken ilk insan olmak başarısını da kazanmıştır. Bu filmler insanı hayran bırakan güzellikte görüntülerle bezenmişlerdir. Güneş'te meydana gelen akıllara durgunluk verici kaynaşmanın, korkunç patlamaların; kusursuz paraboller çizerek düşen ya da hiperboller minde kaçışan ışıklı kitlelerin doyulmaz bir manzarası vardır.

Hız sayacı

Merkezkaç kuvvetin döndürdüğü bir düzenle çalışan hız sayacı, kilometre sayacının üstüne monte edilmiştir. Hız sayacının döndüren eksen, birtakım eklemli çubuklardan meydana gelmiştir. Çubuklar, küçük kitlelerle donatılmış olup, merkezkaç kuvvet bu kitlelere etki yapar. Merkezkaç kuvvetin etkisine göre birbirlerinden az ya da çok ayrılan kitleler, eksen üzerindeki bir bileziği kaydırırlar. Bileziğin her durumu, otomobilin belirli bir hızının karşılığıdır. Bu hızın değeri, sayacın derecelere bclümlenmiş gösterge tablasında okunur.
Otomobilleri çalınmaktan koruyan dü¬zenlerden birisi de emniyet kilididir. Buna "antivol" de denir. Emniyet kilitlerinin pek çok çeşidi vardır. Bazı kilitler, otomobil kapılarının açılmasını önlerler. Diğer bazıları da ateşleme kontağının veya vites kolunun hareke¬tine engel olurlar. Direksiyon volanını bloke eden kilitler ise, kontak anahtarının ateşleme devresini kapamasıyla açı¬lırlar.
Bazı otomobiller, sesli alarm düzeniyle donatılmışlardır.

Kilometre sayacı

Ünlü Fransız astronomu, matematikçisi ve Kral 2'nci Henri'nin özel doktoru Jean Fernel, yer ölçümü hesaplarıyla uğraşırken, Paris ile Amiens arasındaki mesafeyi bulmaya karar verdi ve bu amaçla, arabasının tekerleklerinin, söz konusu iki şehir arasında kaç devir yaptığını saydı. Böylelikle, kilometre sayaçlarının prensibini ortaya koydu. Otomobillerde alınan mesafeyi gösteren kilometre sayacı, tekerleklerin döndürdüğü bir mille çalışır. Hız sayacı kilometre sayacının üstünde yer alır

25 Şubat 2010 Perşembe

farlar

farlar
Farlar, motorlu kara taşıtlarının ön ta¬rafında bulunup kuvvetli ışık veren projektörlerdir.
Bir far, genellikle yarımküre biçimindeki bir ayna ile bu aynanın odağında bulunan çift telli bir elektrik ampulünden meydana gelmiştir. Teller o şekilde yerleştirilmiştir ki, bun¬lardan bir tanesinin verdiği ışık, aynanın bütün yüzeyine dağılır. Böylece, yüz metre uzaklığa kadar ulaşabilen yoğun bir ışık huzmesi elde edilmiş olur. Bu, esas farın ışığıdır. İkinci telin verdiği ışık, aynanın sade-

ce üst bölümüne yansır ve yere yönelik, karşıdan gelen oto sürücülerinin gözlerini kamaştırmayan bir ışık demeti sağlar. Buna kod farı denir. Bazı kod farları, beyaz ışık yerine, ondan daha az göz kamaştırıcı olan sarı ışık verirler. Farın ön tarafında, projektörle birlikte optik blok'u meydana getiren camdan bir kapak bulunur. Işık demetinin gereği gibi yayılmasında, bu cam kapağın payı büyüktür.
Sis farları'na gelince, bunlar, farların oldukça altında yer alırlar. Yolun yüzeyine iyice dağılan ve en çok yirmibeş metre uzaklığa kadar ulaşan bir ışık verirler. Sis farları ancak kod farlarıyla birlikte kullanılabilirler. Esas farların yakılmasıyla, sis farları otomatik olarak sönerler.

Son model bazı otomobillere, yardımcı farlar konulmuştur. Direksiyon volanının hareketiyle otomatik olarak sağa-sola yönelen bu farlar sayesinde, virajların aydınlatılması mümkün olmaktadır. Söz konusu yenilik, yolculuk güvenliğini bir hayli artırmıştır. Bir de, mafsallı cıvatayla tutturulmuş olup her yöne çevrilebilen döner far vardır ki, verdiği beyaz ya da hafif sarı ışıkla yol boyundaki evlerin numaralarım veya işaret levhalarını aydınlat¬maya yarar. Yerinden çıkarılabilen cinstense, gece meydana gelen arızalar¬da, seyyar lâmba işini de görür. Bunlardan başka, otomobillerin sol ar¬ka tarafında geri giderken kullanılan bir geri hareket fart bulunur. Bu farın ışık huzmesi on metreyi geçmez.

klakson

Klakson, hepimizin bildiği gibi, motorlu taşıtlarda, işaret vermek amacıyla kullanılan bir ses aygıtıdır. Birçok ülkede ve bu arada bizde, şehir içinde klakson çalınması yasaklanmıştır. Ama yine de yer yer bu yasağa uyulmamaktadır. Oysa klakson sesinin başta sinirler olmak üzere çeşitli organlara zararlı etkileri vardır. Sürücüler, çevrelerinde dinlenen hastaların, uyuyan çocukların, ders yapan öğrencilerin olabileceğini düşünmelidirler. Kullandıkları ses enerjisinin kaynağına göre çeşitli klaksonlar vardır. Bunlardan, yüksek frekanslı elektrikle çalışan klakson, bir kondansatörden ve titreyen bir zardan meydana gelmiştir. Çok geliştirilmiş bir elektrik zilini andırır. Elektrik motoruyla çalışan kompresörIü klaksonda ise, paletli bir hava pom¬pası, sıkıştırdığı havayı bir ses hunisine ileterek, sesli titreşimler oluşturur. Bir de mekanik klakson vardır. Bu aygıt, motorun emme borusuna, yani gevşemiş durumdaki gazların bulunduğu bölmeye (çünkü burada benzin buharı-hava karışımı, silindirler tarafından sürekli olarak emilmektedir) bağlıdır. Sesli titreşimler yine bir huni vasıtasıyla elde edilir. Ancak burada söz ko¬nusu olan basınçlı hava değil, basıncı düşük havadır. Bu tiplerin dışında, çalışmaları düdüğünkine benzeyen, havayı üfleme (sıkıştırma) veya emme (gevşetme) yoluyla çalan klaksonlar vardır.

süspansiyon

Süspansiyon, yol ile şasi arasında üs¬tüste yerleştirilmiş bulunan ve otomobili yol darbelerinden koruyan birtakım esnek parçalardan meydana gelmiştir. Süspansiyon düzeni, yolcuların raha¬tını sağladığı gibi, otomobilin sürücü tarafından yöneltildiği doğrultu üzerinde kalabilme ve yere temas etme özelli¬ğini de gerçekleştirir. Gerek yolcuların, gerekse taşıtın güvenliği bakımından, süspansiyonun ovnadığı rol önemlidir. Kompaslı ya da teleskopik amortisörlerle donatılmış, yaprak yaylı ve sar¬mal yaylı süspansiyonlar vardır.

lastikler

lâstikler
18'inci Yüzyılda, tanınmış Fransız gez¬gini ve bilim adamı La Condamine, Amerika yerlilerinin kaiişü adını verdikleri bir çeşit reçinenin kaynaklarından Avrupa'yı haberdar ettiği zaman, kauçuk sanayiinin bugünkü düzeye ulaşağını ve insanların, şimdi olduğu gibi, bütün yollarda lâstik tekerlekli arabalarla dolaşacaklarını hiç şüphesiz tah¬min etmemişti!
Esnek ve dayanıklı olan tekerlek lâstikleri, yolun bozukluklarından ileri gelen küçük darbeleri yumuşatarak, bir çeşit amortisör gibi, süspansiyona yardımcı olurlar. Lâstiğin bir başka görevi de, kendisi gibi kauçuktan yapılmış olan ve bir supap vasıtasıyla içi basınçlı havayla doldurulan iç lâstiği sarıp korumaktır.
İç lâstiği saran dış lâstik, birkaç tabakadan yapılmıştır. En iç tabaka pamuk, sunî ipek veya naylon ipliğinden ya da çelik tellerden verev olarak dokunmuş, birkaç katlı bir karkas'tan meydana gelir. Verev dokuma. lâstiğin yıpranmaya karşı direncini arttırır. Dokumalar, birkaç kat halinde üstüste getirilmeden önce, sunî kauçuk suyu veya tabiî kauçuk eriyiği yahut da sentetik reçine ile kaplanmıştır.
Lâstiğin yere temas eden kaplama kısmı, otomobilin yere yapışmasına, hareket etmesine ve fren yapmasına imkân sağlar. Tekerleklerin kaymaması için, otomobilin yere yapışması zorunludur.

Kaplamanın üzerinde birtakım girintiler ve çıkıntılar bulunur. Girintiler, yolun yüzeyini emmek suretiyle, tekerleğin yere yapışmasını sağlarlar. Çıkıntıların aşınması, kaymaya yol açar. Lâstik, ökçeli ya da çemberli janta monte edilmiştir. Karkaslarında madenî teller bulunan lâstikler, tekerleklerin yola uyumunu kolaylaştırırlar. Bazı tip lâstiklerde iç lâstik bulunmaz. Onun yerine yumuşak kauçuktan bir tabaka yer alır. Böyle lâstiklerde patla¬ma söz konusu değildir. Ufak tefek yarıklar, kendiliklerinden kapanırlar. Lâstikler boyutlarına ve kendilerine verilecek basınçlı hava miktarına göre numaralanırlar. Genellikle arka lâstik¬lerde hava basıncı, ön tekerleklerinkin-den biraz fazla olmalıdır.

amortisörler

Her süspansiyon yayının yanı başına yerleştirilmiş olan amortisörler, otomobil¬lerde sarsıntı, gürültü gibi şeyleri yumu¬şatarak, yolcuların rahatını sağladıkları gibi. süspansiyon yayının gerilmesini de önlemek suretiyle, yol darbelerini etkisiz hale getirirler.
Amortisör kutusu hem şasiye tespit edil¬miştir, hem de bir kol ve bir kaldıraç aracılığıyla, tekerlek füzesine eklemlidir. ağla dolu olan bu amortisör kutusunda, kaldıracın kumandasıyla çalı¬şan iki piston, yağı dar kısımlara doğru sürerek, yayın hareketini frenlerler.

Tekerlek

Aynı eksene monte edilmiş tekerlekler, paralel olmalıdırlar. Bununla birlikte, yöneltici tekerleklerin hafifçe eğik olması, direksiyonun daha kolay çalışmasını sağlar. Yürütücü tekerlekleri arkada olan klâsik otomobillerin ön tekerlekleri, çalışmaz durumdayken, gidiş yönünde birbirine hafifçe yaklaşıktır. Bu sayede, hareket halindeyken, birbirlerine paralel olurlar. Aksi halde, dışa doğru açılabilirlerdi. Buna karşılık, yürütücü ön tekerlekler, gidiş yönünde dışa doğru hafifçe açık olmalıdırlar. Bir tekerlek şu kısımlardan meydana gelir: Jant, göbek, disk. Jant, çelik bir çemberden yapılmış olup, lâstiğin tekerlekten çıkmasını Önler. Göbek, te¬kerlek milinin geçtiği kısımdır; jant. bu göbeğe somunlu vidalarla tutturul¬muştur. Disk ise jant ile göbek arasında bağıntıyı sağlar.
Göbekler tekerlek miline monte edilmiş¬lerdir. Bu montaj sistemi, tekerleğin yaptığı göreve göre değişir. Yöneltici ön tekerleklerde, göbek, serbestçe döner, yürütücü arka tekerleklerde ise, kendi¬sini döndüren tekerlek milinin ucuna tespit edilmiştir.
Bütün otomobillerin tekerlek göbekleri, pırıl pırıl krome madenden bir kapakla örtülüdür. Bu kapak, tekerlek göbeğini koruyan bir kalkandır. Gerek bu kapak, gerek otomobilin ön ve arka tarafında yer alan, çarpmalara karşı koruyucu tamponlar, otomobile bambaşka bir zariflik kazandırır. Bir tekerlek, mili üzerinde son derece dengeli durmalıdır. Yapımcılar, teker¬leğin ağırlık merkezindeki değişmeleri önlemek için, jantın bazı yerlerine kur¬şun ağırlıklar yerleştirmişlerdir.
Otomobilde mutlaka bulundurulması gereken yedek parçalardan biri de "yedek tekerlek"tir. Bazı sürücüler bunu ihmal eder ve bu yüzden de çok sıkıntılı durumlara düşerler. Oysa yedek tekerlek sayesinde bir sürü zaman kaybından ve zahmetten kurtulmak müm¬kündür. Lâstiği patlayan tekerlek komple olarak sökülür ve yerine yedek tekerlek takılır. Ancak, bu iş için, otomobili askıya almayı sağlayan kriko ile, tekerlek somunlarını gevşetip sıkmaya yarayan anahtarların bulundurulması zorunludur.

direksiyon

Volan tarafından idare edilen direksiyon mekanizması sayesinde, otomobilin ön tekerleklerine istenilen yönü vermek mümkündür.
Volan, direksiyon kumanda kolu denilen bir mil ile direksiyon kulusu'na bağlıdır. Direksiyon kutusu, volanın dönme hareketini bir takım kollar ve çubuklar vasıtasıyla tekerleklerin miline iletmeyi sağlayan düzendir. Eğer direksiyon kutusu olmasaydı, tekerlekleri tam sağa ya da tam sola çevirmek için, volanı kırk derece kadar sağa yahut sola kırmak yeterdi, ama, bu manevra ancak sürücünün çok büyük bir çaba harcamasıyla gerçekleşebilirdi. Çeşitli sistemlere göre yapılmış direksiyonlar bulunur. Bunların başlıcaları vidalı ve sektörlii direksiyon ile krema-yerli direksiyondur. Vidalı ve sektörlü direksiyonda direk¬siyon kolunun üzerinde bulunan bir sonsuz vida ile bu vidavı döndüren bir sektör dişlisi ve bu dişliyle bağlı bir sar-kan kul yer alır. Kremayerli direksiyonda ise. direksiyon kolunun altında bu¬lunan bir konik dişli, kremayeri (dişli bindirmelik ) hareket ettirir. Normal çalışan bir direksiyonun, yol boyunca maruz kalacağı şoklardan, sarsıntılardan etkilenmemesi gerekir. Ay¬rıca, direksiyon dengeli olmalı, yâni otomobil bir virajı aldıktan sonra, direksiyon otomatik bir şekilde tabiî durumuna gelebilmelidir.

Direksiyonun dengesi, "şas" denilen ve tekerlek millerine verilen eğim açısıyla sağlanır. Bundan başka, direksiyon, hid¬rolik kumandayla çalışan bir servo-di-reksiyon ile de takviye edilirse, daha dengeli olur. Söz konusu düzen, özellikle kamyon, otobüs gibi ağır vasıtalarda bulunmaktadır.
Otomobilin uzunlamasına aks'ı ile yö¬neltiri (ön) tekerlek millerinin meydana getirdikleri açıya "dönüş açısı" denir. Dönüş açısı ne kadar büyük olursa, yöneltiri tekerleklerin çizeceği çemberin yarıçapı o kadar küçük olur. Dönüş yarıçapının kısaldığı oranda, otomobilin manevra kabiliyeti de artar. Virajları kolaylıkla almak, her türlü manevrayı rahatça yapabilmek, sıkışık bir kaldırım kıyısına park etmek ya da oradan çıkmak mümkün olur.
Direksiyonun bakımı son derece önemlidir. Mekanizmanın son derece temiz tutulması şarttır. Direksiyon kutusu her zaman yeteri kadar yağla dolu bulunmalıdır. Yağlama noktalarının yağlan¬ması ihmal edilmemelidir. Bundan baş¬ka, direksiyon kadrona iyice tespit edil¬miş olmalıdır. Mekanizmada meydana gelebilecek en ufak bir arıza, derhal ayarlamayı gerektirir. Tekerlek lâstiklerinin gereği gibi şişirilmiş olması da. direksiyonun normal çalışması bakı¬mından önemlidir. Direksiyondaki boşluk, hiçbir zaman belirli bir açıyı aşmamalıdır. Bu boşluk, vidalı ve sektörlü direksiyonla yönetilen süratli vasıtalar için en çok 20, yavaş vasıtalar için ise 30 derecedir. Kremayerli direksiyonlarda boşluk. 7 dereceyi geçmemelidir.

egzoz borusu

Egzoz, patlamalı motorların çalışması¬nın dördüncü zamanıdır. Yanmış gazlar, silindirlerden çıktıktan sonra, karoserinin altına yerleştirilmiş olan ve otomobilin arka tarafına açılan egzoz borusuyla dışarı atılırlar. Bu borunun geniş bölümünde, egzoz susturucusu de¬nilen kutu yer alır. Kutunun içindeki deflektürlerde basıncı azalan gazlar, soğurlar. (Her gaz, basıncı azalırken ısısından kaybeder.) Böylece, basıncı ve sıcaklığı azalmış olarak, hafif bir gürültüyle dışarı atılırlar. Ancak, susturucunun, motor gücünü azaltmak gibi bir sakıncası da vardır.

antijel

Bir sıvıya bazı maddelerin katılmasıyla, onun donma derecesi büyük ölçüde düşürülebilir. İşte, bu fizik olayından yararlanılarak, otomobillerin radyatör-lerindeki suyun donmasını önlemek mümkün olmuştur. Gerçekten de, radyatördeki suyun donmasının büyük sa¬kıncaları vardır. Zira, donma sonucun¬da hacmi genişleyen su, içinde bulunduğu kapalı kabın çeperlerine şiddetli bir basınç yapacağından, hem radyatöre, hem de silindir grubuna zarar verebilir. Bu yüzden, radyatörün suyuna, "antijel" denilen donmayı önleyici alkol -gliserin karışımı konur.

radyatör

radyatör
Motordaki gaz yakıtın yanmasından meydana gelen ısının bir kısmının mutlaka giderilmesi lâzımdır. Zira silindirler o kadar çok ısınırlar ki, onları soğutma işlemi yapılmadığı takdirde, pistonun normal çalışması için gerekli yağlar, ısı etkisiyle ayrışabilirler. Radyatör, düşey olarak ya da çaprazlama konulmuş borulardan meydana gel¬miştir. Soğulma alanının geniş olması için, borular ayrıca kanatçıklarla donatılmıştır. Borular iki hazneyle bağıntılı durumdadır. Bunlardan üstteki hazne, suyu doldurmaya, alttaki ise boşaltmaya yarar. Radyatörün bütünü, bir kafesle muhafaza altına alınmıştır. Silindirlerle silindir blokunun dış zarfı arasında su gömleği denilen bir boşluk bulunur. Bu gömlek, iki boru vasıtasıyla radyatörle bağıntılıdır. Radyatörün suyu. bu borulardan biriyle silindirlere gider ve onların sıcaklığını aldıktan sonra. ısınmış olarak ikinci bo¬ruyla döner. Bu su akımı, krank milinin döndürdüğü kanatlı çark biçimindeki bir tulumba ile hızlandırılır. Bazı motorlarda, piston yağlarını soğutmak için, radyatörden ayrı olarak, bir yağ ile soğutma düzeni ya da moto¬run alt karterinde. bir havalandırma aygıtı vsrdır.
Radyatörün iç yüzüne yakın bulunan ve onun soğumasına yardımcı olan van¬tilatör, kendisini çalıştıran krank mili¬ne bir kayışla bağlıdır

reflektörler

reflektörler
Her otomobilin arkasında, arkadan gelen bir başka taşıt aracının ışığıyla aydınlatıldığında, kırmızı ışık yansıtan reflektörler bulunur. Bu optik sistem eski haliyle oldukça yetersizdi. Ancak, sinemaskop ekranın da bulucusu olan ünlü Fransız fizikçisi Henri Chretien'in buluşu, reflektörleri günümüzdeki gelişmiş durumuna getirmiştir. Bugün otomobillerde yer alan reflektörler, ışığı hangi yönden alırsa alsın, tüm ışıklarını yansıtan bir optik düzenine sahiptirler. Yol kenarlarındaki işaret panolarında ve sınır taşlarında da reflektörlerden yararlanılır.

zırhlı cam

Zırhlı cama kurşun geçirmez cam da nir. Bu cam da, Fransız kimyacısı Bene-diı-tus'ün buluşuna dayanılarak, yâni iki cam tabakası arasına bir plâstik ta¬baka yerleştirme (tripleks) prensibine göre yapılmıştır. Birkaç tripleksi üst üste koymak suretiyle meydana getirilen ve aşağı yukarı 25 mm kalınlığında olan zırhlı cam. bir makineli tüfeğin ya da 9 mm çaplı bir parabellum*un mermilerine karşı koyabilecek dayanık-lıktadır. Zırhlı camlar, devlet büyüklerinin otomobillerinde kullanılır. Mücev-heratçı vitrinlerinde ve müzelerde de bu camlardan yararlanılır.

cam silecekleri

Cam silecekleri otomobilin elektrikle çalışan parçalarındandır. Yağmurlu ya da karlı havalarda ön camı otomatik bir şekilde silerek, onu temiz ve berrak tutmaya yararlar. Sürücüye görüş imkânı -ağlaması bakımından, sileceklerin rolü son derece önemlidir. Silecek, hafif madenden yapılmış, eklemli iki çubuktur. Bu çubuklardan cama değenin bir yüzünde, kauçuktan bir silecek bulunur. Silecek işletildiği zaman, bir metronom çubuğu gibi, düzenli olarak sağa sola salınır. Silecekleri çalıştıran küçük bir elektrik motorudur.

siper camı

siper camı

Otomobillerin, uçakların, motosikletlerin önlerinde bulunan ve sürücüyü, hızın meydana getirdiği rüzgârdan koruyan düz ya da bombeli siper camı, geniş bir görme alanı sağlamalıdır. Çok soğuk havalarda, kalorifer düzeninin sağladığı ve siper camının önündeki deliklerden gelen sıcak hava, bu camın bu¬ğulanmasını önler. On camın kirlenmesi ve sileceklerin bu kiri temizleye-memesi halinde de, cama su fışkırtan bir aygıt çalıştırılır. Otomobilin gerek siper camı ve gerekse öbür camları "sekürit" denilen, kolay kolay kırılmaz ve kırıldığında da dağılmayan camdan yapılmıştır. Bu, yolcuların kazalarda can güvenliklerini sağlamak bakımından çok önemli bir buluştur. 1910 yılında gerçekleşen bu buluşun ilgi çekici bir hikâyesi vardır: Ünlü Fransız kimyacısı Benedic-tus, bir gün laboratuvarında deney yaparken, elindeki tüpü yere düşürür ve bunun kırılmadığını hayretle görür. Tüp çatlamış, fakat içine sıvanmış bu¬lunan selüloz tabakası sayesinde parça-lanmamıştır. Bunun üzerine bilgin, söz konusu madde ile sağlamlaştırılmış camın yapımına girişir. Ortasında plâstik bir tabaka bulunan iki katlı sekürit camlar işte böyle gerçekleşmiştir.

frenler

frenler
Fren, bir taşıt aracının hızını kesmeye ya da onu durdurmaya yarayan bir me¬kanizmadır.
Fren düzeni, çok eski çağlardan beri, prensip olarak değişmemiştir. Atlı ara¬baları frenlemek için, tekerleklerin altına kazık çarığı denilen, ağaç yahut demirden takozlar sürülürdü. Bununla birlikte, hızla giden bir otomobili dur¬durmak, bir atlı arabayı, bir faytonu durdurmaktan epeyce farklıdır. Otomo¬bilde fren, jant'lar (tekerlek çemberle¬ri) üzerine değil de, tekerleklerin içine simetrik olarak yerleştirilmiş segmanlar (bunlara fren pabucu veya fren çenesi de denir) vasıtasıyla, fren tamburlarına baskı yapılarak gerçekleştirilir. Sürücü, fren pedalına bastığı zaman, segmanlar, bir çubuk veya kablo ya da hidrolik frenlerde olduğu gibi bir hid¬rolik pres aracılığıyla harekete geçer ve tamburların iç çeperine şiddetle ba¬sarlar. Sürücü, ayrıca, bir fren kolunu çekerek, durmakta olan otomobili kı¬mıldamaz hale getirir. Hareket halinde bir otomobilin yükü ve hızı arttıkça, gücü de artar. Dolayı¬sıyla frene karşı direnci çoğalır. Ancak, iyi çalışan bir fren düzeni, otomobilin artan gücüne karşı koyar ve onun en kısa mesafe içinde durmasını sağlar. Öte yandan, otomobilin fren yaptıktan sonra durabilmesi için gerekli mesafe, biri hafif, öbürü ağır olan, ama, eşit hızla giden iki araba için de aynıdır. Zira, ağır vasıtanın frene direnç göstermesine karşılık, ağırlığıyla zemine iyice oturması, freni kolaylaştırır. Fren pedalı üzerine yapılan basıncın azaltılabilmesi için, vites küçültme işle¬mine başvurmak gerekir. Diğer taraftan, fren tamburları büyük çapta yapılmışlardır; bu sayede, sürtünmeden ileri gelebilecek aşırı ısının dağılması sağlanmış ve segman balatalarının yıpran¬ması önlenmiş olur.
Gaz pedalından ayağı her kaldırışta, motor da, vitese takılı olmak şartıyla fren görevini yapar. Çünkü motor, hareket halindeki otomobilin kendi gücüyle çalışırken, parçalarının sürtünmesinden doğan bir dirençle karşılaşır. Bu frenleme, o sırada karbüralörün kapalı olmasından ötürü silindirlerde kendini gösteren basınç düşüklüğüyle daha da güçlenir. Basınç düşüklüğü, pistonların iniş - çıkışını engeller ve dolayısıyla tekerleklerin dönüşünü zorlaştırır. Özellikle dağ yollarındaki uzun inişlerde, motor freninden çok yararlanılır. Otomobil birinci vitese alındıktan son¬ra, debreyaj yapmaksızın, ayak, gaz pedalından çekilir. Vites ne kadar küçük olursa, motor freninin etkisi o kadar büyük olur.
Tamburlu frenlerin yerini yavaş yavaş diskli frenler almaya başlamıştır. Bunlar da içten diskli ve dıştan diskli olmak üzere iki çeşittir. Bazı modern oto¬mobillerde ise ön tekerleklerde tambur¬lu, arka tekerleklerde de diskli fren yer almaktadır.

dinamo

Motor tarafından çalıştırılan dinamo, otomobil için gerekli elektrik enerjisini üretir ve bunu akümülâtörlerde biriktirir. Dinamonun motor üzerindeki yeri, kayışlı ve dişli oluşuna göre değişir. Dinamo elektrik enerjisi ürettiği sürece, akümülâtörleri şarj eder. Dinamoyu akümülâtörlere bağlayan tel üzerinde, şarj edilen akım miktarını gösteren bir ampermetre bulunur. Ayrıca, akım devresini açıp kapayarak, akımın doğru geçmesini sağlayan bir konjonklör disjonktör yer alır. Elektrik yükü. dinamonun ve dolayısıyla motorun hızıyla bir ölçüde değişir.

distribütör

Tevzi kutusu veya distribütör kafası da denilen distribütör, ateşlemeye avans olmak üzere, birinci akımın kesilmesini \e ikinci akımın bujilere dağılmasını sağlar. Söz konusu aygıt, kam milinin çevirdiği distribütör mili ile döner. Ateş¬leme avansının görevi, yanma haznesin-deki benzinli gazların, piston aşağı in¬meye başlar başlamaz, tam olarak yan¬masını gerçekleştirmektir. Bu yanma değişken olmalı, yâni motor ağır çalışırken yanma zayıflamalı, mo¬tor hızlı dönerken ise kuvvetlenmelidir. Bu değişkenlik, distribütör miline da¬yanan bir tabla tarafından otomatik olarak sağlanır. Söz konusu tablanın üzerinde bulunan başlıklar, mil döner¬ken, merkezkaç bir kuvvetin etkisiyle ve motorun hızı oranında, dışarıya doğ¬ru açılırlar.
Bu başlıkları donatan ağızlar, akım -kesici milinin hareketini temin ederler. Akım - kesici, birinci akımla beslenen bir mandaldır. Mandalın ucunda tung¬sten bir vida bulunur. Bu vida, başlığa bağlı bir başka vidayla temastadır. Başları plâtinli olduğu için, bu ikin¬ci vidalara plâtinli vidalar da denir. Öte yandan, akım - kesici mandal, orta ye¬rinden distribütör miline dayanır. Bu milin dönmesiyle, her silindirin karşı¬sında bulunan kam, kendine ait man¬dalı açar ve böylelikle akım kesilmiş olur. Distribütör de ikinci akımı buji¬lere üleştirir.

ateşleme bobini

ateşleme bobini
Akümülâtörler alçak gerilimli bir akım sağlarlar. Birinci devre denilen bu akım. bujilerin uçları arasında bir kıvılcım çaktıramayacak kadar zayıftır, zira, kıvılcımın çakması gerektiği an¬da, yanma haznesinde oluşmuş çok kuv¬vetli basıncın direnciyle karşılaşır. Bu nedenledir ki, söz konusu akımı, yüksek gerilimli akıma dönüştürmek gerekir. Bu iş, ateşleme bobiniyle ger¬çekleştirilir. Ateşleme bobini bir çeşit transformatördür. Ateşleme bobininin ortasında, yumuşak

demirden bir yapraklı çekirdek vardır. Bunun çevresine, kalınca telden bi¬rinci sarım sarılıdır. Birinci sarımın üzerinde de, çok- daha ince telden ve 15-20 bin sarmallı ikinci sarım vardır. İkinci sarımın bir ucu ateşleme bobi¬ninin kutusuna, öbür ucu ise distribü¬törle ilişkili çıkış kutbuna bağlıdır. Kontak açıldığı zaman, ateşleme devre¬si kapalıdır ve birinci devrenin akımı, yapraklı çekirdeği besler. Akım kesildi¬ğinde, manyetik çekirdek, ansızın mık¬natıs olmaktan çıkar ve indükleme so¬nucu, ikinci sarımda yüksek gerilimli bir akım meydana gelir. Bu akım kesin¬tisi çok büyük bir süratle, hattâ kıvıl¬cımların çaktığı hızla tekrarlandığın¬dan, distribütörün içine yerleştirilmiş bir kesici ile sağlanır.

akümülâtörler

Akümülâtörlere şarj akımını vererek onların uzun bir süre çalışmasını dina­mo sağlar. Ne var ki, dinamo ancak mo­tor işlediği sürece çalışır durumdadır. Bu bakımdan, akümülâtörler, gerektiği zaman kullanılmak üzere elektrik ener­jisi biriktirmeye yararlar. Bu enerji, herşeyden önce marş motorunun çalış­tırılması için zorunludur. Bir akümü lâtör bataryası ise, her zaman el altın­da bulundurulan enerji demektir. Otomobilin gösterge tablasında bulunan ampermetre, hem dinamodan batarya­ya gelen, hem de bataryanın harcadığı akım miktarını bildirir.

22 Şubat 2010 Pazartesi

bujiler

bujiler

Motorun her silindirindeki yanma haz­nesinin içinde bir buji vidanalanmış durumdadır. Bujilerin görevi, karbü-ratörden gelen gaz karışımını devir de­vir tutuşturacak kıvılcımı çaktırmaktır. Silindirdeki patlamanın basıncının san­timetre kare başına 40 - 50 kilogram olduğu, gazların ısısının basınç oranına ve motorun devir hızına göre 2000 -3000 santigrat dereceye çıktığı göz önü­ne alınırsa, bujilerin ne çetin koşullar altında iş gördükleri ortaya çıkar. Bujinin yüksek gerilimli elektrik akı­mı taşıyan ana elektrodu, madensel bir tel olup, genellikle alüminyum oksit­li yalıtkan bir gövdenin içine yerleş­tirilmiştir. İkinci bir elektrod da, bu­jinin silindir kapağına vidalanmış olan tabanına tespit edilmiştir. Bujilerin elektrodlarının uçları, mili­metrenin beşte ya da sekizde biri kadar birbirinden ayrıktır. Bu uçlar aşındık­ları zaman, aralarındaki mesafe çoğa­lacağı için, kıvılcım artık çakmaz olur. Yanma olayı sırasında, yalıtkan gövde­nin yüzeyini kaplayan kömürün yan­ması için, en az 500 santigrat derece­lik bir ısı etkisinde kalması zorunlu­dur. Ancak, sıcaklığın 850 santigrat dereceyi de geçmemesi gerekir, yoksa gaz karışımı kendiliğinden tutuşur. Bu­na meydan kalmaması için, bujinin tabanı, bir su akımıyla soğutulur. Çe­şitli motorlara uyabilecek, termik de­receleri farklı bujiler de vardır.

elektrik tesisatı

Otomobillerde minyatür bir elektrik fabrikasının bulunduğunu söylersek, hiç de mübalâğa etmiş olmayız. Akü-mülâtör, dinamo, elektrik telleri, ölçü âletleri, manevra ve emniyet organları hep bu tesisatın içine girer. Elektrik tesisatı, bir dinamodan ve akümülâ-törden aldığı enerjiyle, marş motoru, ateşleme düzeni, otomatik vites, klak­son, farlar, lâmbalar, cam silecekleri, kalorifer, radyo, sigara yakacağı gibi pek çok aygıtı besler. Bunlardan marş motoru, 100-400 amperlik akım çeker.

21 Şubat 2010 Pazar

vites kutusu

Technorati Etiketleri:

Fransızca "changement" kelimesinden bozulmuş olarak buna "şanzıman" da denir. Vites kutusu, motorun hareketi­ni tekerleklere iletmeyi sağlayan ve oto­mobilin hızını ayarlamaya yarayan bir düzendir, içinde, üstüste iki mil üze­rinde iki sıra dişli vardır. Bu düzen, aynı zamanda, otomobil geri geri gide­ceği zaman, tekerleklerin ters yönde dönmesini temin eder. Vites kutusu olmasaydı, marş dinamo­sunu çalıştırmak da mümkün olamazdı. Çünkü o takdirde motor doğrudan doğ­ruya tekerleklerle bağlantılı olur ve başlangıçta da ağır ağır dönmek zorun­da kalacağından, yeterince güç sağla­yamaz, sonunda duruverirdi. Vites değiştirme düzeninin iki ana mi­li vardır. Bunlardan <I>birinci mil, </I>debre-yaj vasıtasıyla motora dayanır, <I>ikinci mil </I>ise. hareketi sağlayan tekerleklerle bağıntılıdır. Bunlara paralel olarak bir de <I>ara </I>- <I>mili </I>yer alır ki, ikinci milin hareketini doğrudan doğruya birinci mile aktarmaya (direkt priz) yarar. Bir başka ara - mili de, otomobilin geri geri gitmesini sağlar. Birinci mil üzerinde direkt priz'i gerçekleştirmeye yarayan bir tırnak ve ara - milinin ilk dişlisini çeviren bir küçük dişli bulunur. Ara -milinin üstünde, bu ilk dişliden itiba­ren gittikçe küçülen başka dişliler yer alır. ikinci mil, birinci milin tersine, gittikçe büyüyen dişlilerle donatılmış­tır. "Baladör (gezici)" denilen bu diş­liler, milin yivleri üzerinde gidip gele­bilirler. Vitesin ayarlanması, vites kolu ile dişlisine kilitlenmiş olan baladörü ayırır ve motor miliyle direkt pirizi sağlar. Bugün otomobillerde dört vites kullanılmaktadır. Günümüzün vites sis­temleri arasında, çok gelişmiş ve kar­maşık olanları vardır. Otomobil hareket halindeyken vites değiştirmek, "senkromeş bileziği" deni­len bir halka sayesinde mümkün ol­maktadır. Helis biçimindeki dişliler de vites değiştirmeyi sessizleştirmiştir. Öte yandan, otomatik vitesler sayesin­de, vites kolu kullanmaya gerek kal­mamıştır.

difransiyal

Technorati Etiketleri:

İlk otomobiller yapılırken, hareketi sağlayan arka tekerlekler, aynı mil üzerine monte edilmişlerdi. Çok geç­meden, bu sistemin sakıncalı olduğu ortaya çıktı. Gerçekten de, virajlarda, tekerleklerden biri öbürüne oranla faz­la yol katetmek, dolayısıyla daha hızlı dönmek zorundaydı. Bunu bir örnekle doğrulayabiliriz: Dört kol halinde yürüyen bir askerî birlik düşünelim. Birlik sola çarkeder-ken, sağda bulunanlar, soldakilere oran­la daha büyük adımlar atarlar, soldaki-ler ise adımlarını kısarlar. Aynı mile monte edilmiş tekerleklerin, birbirinden farklı devirlerle dönmeleri imkânsızdır. Montajı böyle olan bir otomobil, viraj abrken, dış tekerlek kaymak ve dolayısıyla lâstikler, erken yıpranmak tehlikesiyle karşı karşıyadır, işte, otomobilde hareketi , sağlayan te­kerleklerin, virajlarda farklı devirlerle dönmeleri, diferansiyel sayesinde ger­çekleşir. Böylelikle tekerleklerden biri diğerinden daha büyük yol katettiği halde, her iki tekerleğin devir sayısı toplamı hep aynı oranda kalır. Diferansiyel, otomobilin arka aksının ortasında bulunan bir dişliler düzenini barındıran demirden bir <I>kutu' </I>dur. Bu dişliler, tekerlek miline sağlam bir şekilde tespit edilmiş iki <I>mil dişlisi ile bunların arasına geçmiş olan iki ya da daha çok sayıda, küçük peyk dişlileri'dir

Otomobil düz bir yolda giderken, te­kerlek mili dişlileri aynı hızla döndük­lerinden, birbirine eşit bir direnç gös­terirler. Buna karşılık peyk dişlileri, eksenlerine oranla hareketsizdirler. An­cak, otomobil bir viraja girdiğinde, iç tekerlek mili dişlisi, dış tekerlek mili dişlisinden daha büyük bir direnç gös­terir ve daha ağır dönmeye başlar. Bu­nun üzerine peyk dişlileri harekete geçer ve dış tekerlek milini eskisinden daha büyük bir hızla döndürürler. Arka çekimli otomobillerde, diferansi­yel, arka aksın ortasında olduğu halde ön çekimli otomobillerde vites kutusu-nunun karterindedir.

debreyaj

Technorati Etiketleri:

Debreyaj, dönme ekseni aynı olan iki mili bağlayan ya da ayıran mekaniz­madır. Sürücüye, krank milini trans­misyon miline (şaft) bağlamak veya bundan ayırmak imkânını verir. Otomobili yürütmeden motoru çalıştır­mak, hız değiştirmek gibi durumlarda, debreyaja başvurulur. Otomobili sürme­yi yeni yeni öğrenenler, her şeyden ön­ce, debreyajı kullanmayı bilmek zo­rundadırlar.

Debreyaj mekanizması, şoför yerinin sol tarafında bulunan bir pedalla idare edilir. Sürücü, bu pedala ayağıyla bas­mak suretiyle, motorun hareketini te­kerleklere iletir. Motoru avaraya al­mak gerektiğinde de, ayağını pedaldan kaldırır.

Bu birbirinin tersi iki işlem, krank mi­linin üzerine sıralanmış şu üç parça sayesinde gerçekleşir: Her iki yüzü yanmaz ve aşınmaz bir maddeyle kap­lıdisk, bu diski sıkıştırmaya yara­yan bir kavrama tablası ve krank mi­line tespit edilmiş volan. Debreyaj pedalına basılınca, kaldıraç­lar vasıtasıyla harekete geçen kavrama tablası ve diski, yivli bir göbek, üzerin­de kayar; kavrama tablası açılır ve disk, volandan ayrılır. Bunun sonucu olarak, motor, volanı çeviremez. Mo­tor çalıştırılır çalıştırılmaz, volan hız­la dönmeye başlayacağından, motor ile debreyaj diski arasındaki bağlantının sertçe kurulmaması gerekir. Bu bakımdan, ayağı debreyaj pedalından âni ola­rak değil, yavaş yavaş kaldırmak ye­rinde olur.

Her vites değiştirişte, debreyaj yapmak zorunludur. Otomatik debreyaj, sürücü­yü bu zahmetten kurtarır. Bu aygıt, elektromagnetizma ile çalışır. Motor mili üzerinde, volana bağlı, sağlam madenden yapılmış bir armatür vardır. Armatür. elektromıknatıslı bir döner tabla ile donatılmıştır. Armatür ile dö­ner tabla arasında bulunan debreyaj diski, elektromıknatıstan akım geçme­diği zaman serbestçe döner. Çünkü dö­ner tablayı yaylar geriye çekerler. Bu­na karşılık elektromıknatıstan akım geçince, döner tabla armatura yakla­şır ve disk de debreyajı sağlar.

Ateşleme devresi

Technorati Etiketleri:

Ateşleme devresi, otomobilin en önem­li düzenlerinden biridir. Ateşleme de­nilince, bir kıvılcım meydana getirerek, patlayıcı karışımın ateşlenmesini sağ­layan olayların tümü anlaşılır. Dört silindirli bir otomobil, saatte 60 km hızla giderken, hiç arıza yapmaksızın 5000 kıvılcım çaktırmak zorundadır. Otomobil motorlarının çoğu, batarvalı ateşleme devreleriyle donatılmıştır. Böy­le bir devrede, bataryadan başka, trans­formatör bobini, ateşleme distribütörü ve bujiler yer abr. Dizel motorlarında ise, batarya yoktur. Ateşleme, basınçla oluşan ısının etkisiyle gerçekleşir.

starter

Technorati Etiketleri:

Motor soğuk olduğu zaman, onu işlet­mek için, sürücünün ne zorluklarla karşılaştığını herkes bilir. Bunun nede­ni, gaz karışımının, motorun silindir­leri içinde iyi yanmamasıdır. Starter denilen ve karbüratörün bir parçası olan bu aygıt, en soğuk havalar­da bile, motorun kolaylıkla çalışmasını temin eder.

Starterin çalışmasına, "jikle" denilen ve verdisi hiç değişmeyen bir

parçayla kumanda edilir.

Motor ilk harekete geçtiği zaman, silin­dirlere gayet zengin bir gaz karışımının gitmesi gerekir. Bu olayı starter gerçek­leştirir. Motorun çalışma hızı arttıkça, gaz karışımının benzince zenginliği de azalır.

Otomobil sürücülerinin şu noktayı göz önünde bulundurmaları gerekir: Motor yeteri kadar ısınınca, starteri durdur­mak lâzımdır. Aksi halde, fazla gelen benzin silindirdeki yağların sulanma­sına ve başka arızalara yol açar. Dalgın ve ihmalci sürücülere kolaylık olmak üzere, otomatik starterler yapıl­mıştır. Bu aygıtlarda, egzoz gazlarıyla ısınan bir termostat genleşir ve bir çu­buğu çekerek, hava deliğini tam vak­tinde açar. Böylece, benzin fazlalığı ortadan kalkar ve karışım normal du­ruma gelir. Bir sürücünün, gereksiz yere starteri çalıştırdığı ya da jikleyi çektiği, otomobilin egzoz borusundan çok bol gaz çıkmasıyla anlaşılır.

mars motoru

Technorati Etiketleri:

Çok eski model otomobillerde, motoru çalıştırmak için, elle çevrilen bir kol­dan yararlanılırdı. Günümüzde ise bu kol, otomobillerde ancak marş motoru­nun' arıza yapması halinde kullanılmak üzere, bir ihtiyat tedbiri olarak taşın­maktadır.

Marş motoru ya da marş dinamosu de­nilen bu parça, küçük bir elektrik mo­torudur. Bu motoru çalıştırmak için, kontak anahtarını çevirdikten sonra, bir düğmeye basmak yeter. Patlamalı motora ilk hareketi veren, onun kendi kendine çalışmasına yete­cek kadar hareket kazanmasını sağla­yan marş motoru, kendi çalışması için gerekli elektrik enerjisini akümülâtör-den alır. Bu motor, soğuk havada kal­kışlarda 400 amper kadar akım çeker. Marşa basılınca, marş motorunun mi­line bağlı olan bendiks dişlisi, yivlerin üzerinde kayarak, volanın dişlilerine geçer ve volanı çevirir. Bendiks dişlisi, dönüşünün sonuna gelince, marş mo­toru milinin dönüşüyle birlikte, volan dişlisini de sürükler. Patlamalı motor, kendi imkânlarıyla dönmeye başlayın­ca, rolünü tamamlamış olan bendiks dişlisi de otomatik olarak geri çekilir. Bazı marş motorları, daha değişik bir sistemle yapılmıştır. Bunlarda bendiks dişlisinin volan dişlisine geçmesi, elek­trik akımının işe karışmasından önce, bir pedalın mekanik hareketiyle gerçek­leştirilir.

20 Şubat 2010 Cumartesi

krank mili

krank mili

Görünüşüyle bildiğimiz marangoz mat­kabını andıran ve onun gibi bir kol va­sıtasıyla çalışan kran miline "manivela mili" de denir. Genellikle dövme de­mirden yapılmıştır. Krank mili, biyel koluyla motorun pistonuna bağlıdır. Pistonun, biyel kolu aracılığıyla krank milinin dirsekleri üzerine yaptığı ba­sınç, mili döndürür. Bu dönme ha­reketi de, bir iletim düzeniyle, oto­mobilin tekerleklerine aktarılır. Krank mili üzerindeki dirsekler, milin ekseninden bir hayli çıkık olduklarından, dönme sırasında bir dengesizlik durumu meydana getirebilirlerdi. Bu sakınca, dirseklerin ağırlığına eşit bi­rer denkleştirme kitlesiyle önlenmiştir. Krank milini donatan küçük eksenle­re, biyel kolu ayaklan eklemlidir. Her biyel ayağı için bir eksen vardır. Ancak "V" tipi motorlarda, iki biyel ayağı, bir eksene eklemlidir. Motor kuvvetinin krank miline ile­tilmesi sırasında motordan kuvvetin akışı düzenli değildir. Bazı anlar var­dır ki, krank miline başka anlardakin-den daha fazla kuvvet biner ve mil, daha hızlı dönmek zorunda kalır. Bu durum, krank milinde bir burulma tireşimi meydana getirir. Bu titreşim, titreşim amortisörü veya "damper" adı verilen ve bir çift küçük volanı olan bir aygıtla kontrol altına alınmıştır. Bu aygıt olmasaydı, krank mili, belli bir hızdan sonra, aşırı burulma nedeniyle kırılabilirdi.

Vantilatör kayış kasnağı da, buna ta­kılı durumdadır. Krank mili, teker­leklerden başka, motorun diğer eklem­li parçalarını (karbüratörü besleyen pompa, yağlama ve su pompaları, elekt­rik akımını sağlayan dinamo, vantila­tör gibi) harekete geçirir. Dört devirli motorların ölü anlarında, pistonlar itici güç sağlamadıkları za­man, krank milinin ucuna yerleştiril­miş volan tarafından biriktirilmiş ener­jinin bir bölümü, iletim düzeniyle ak­tarılmaya devam eder.

biyel kolu

Biyel kolu. pistonu krank miline bağ­layan ve pistonun doğrusal gidip gel­me hareketini, krank milinin sürekli dönme hareketine çeviren parçadır. Dövme çelikten ya da çok dayanıklı bir alUminvum alaşımından yapılmış olan biyel kolunun, içleri oyuk bir baş, bir de ayak kısmı vardır. Ayak kısmı, pistonun eksenine. baş kısmı ise. krank milinin eksenine eklemlidir. Biyel ko­lunun orta kısmına biyel gövdesi denir. Hareket halindeki biyel kolu. bilindi­ği gibi. sürekli bir sürtünme durumun­dadır. Bu sürtünmenin biyel koluna

zarar vermemesi için. biyel başının içi­ne, "regula yatağı" denilen kurşun ya da kalay alaşımından yapılmış, aşınmaz yataklar yerleştirilmiştir. Bi­yel kolunun aşırı ısınması veya eksik ya da hatalı yağlama sonucunda regu­la yatakları erir ki, bu olaya "biyel akması" denir. Bu durumda motordan büyük gürültüler çıkar, motor derhal durdurulmayacak olursa, biyel kolu kırılır ve karter delinir. Krank muindeki yağlama kanalların­dan gelen yağ, biyel kolu başındaki deliklerden geçerek, biyel kolu yağla­ma kanalını besler. Büyük bir hızla dönen küçük silindirli motorlarda, regula'nın yerini iğneli bir rulman alır. Böylece, biyel başının yağlanması ko laylaşmış olur.

supaplar

Supaplar, motorun en çok çalışan par­çalarıdır. Her silindirin iki supabı var­dır. Bunlar ısıya dayanabilecek kalite­de, özel bir çelikten yapılmıştır. Hız­lı bir tempoyla, silindirlerin enime ve egzoz deliklerini açıp kapamak suretiy­le, yanıcı gazları alır, yanmış gazları atarlar. Dakikada 4000 devir yapan bir motorda, supaplar, her yüz saniyede bir açılıp kapanırlar. Supapların açılması, krank milinin çalıştırdığı tevzi milinin dişlileri tarafından, kapanması ise yay­larla sağlanır.

Bazı motorlar, hidrolik supaplarla do­natılmışlardır. Bunlar sessiz çalışırlar.

kam mili

Buna "eksantrik mil" de denir. Çelik­ten' yapılmış olan bu parça, motorda, krank miline paralel olarak yer alır. Kam milinin üzerinde,, "kam" adı ve­rilen birtakım çıkıntılar bulunur. Bu kamlar, kam milinin dairesel hareke­tini doğrusal harekete çevirerek, su­papların açılıp kapanmasını sağlarlar. Kamlar, kam milinin üzerine o şekil­de yerleştirilmiştir ki. silindirlerdeki emme ve egzoz supaplarını, motorun dört devirli çalışma düzenine uyacak biçimde açıp kaparlar. Kam mili, hareketini krank milinden alır, krank miline yarı dişliler veya zincir dişlileri vasıtasıyla bağlıdır. Krank milinin yarım devriyle, bir tam devir yapar, yani motorun hızının yarı­sı kadar bir hızla döner. Kam milinin hareketini sağlayan çar­kın diş sayısı, krank miline ait çarkın diş sayısının iki katıdır. Krank milinin her devrinde, kam mili, üzerindeki kamlara bağlı olarak çalışan düzenle, silindirlerin emme ve egzoz supapları­nın açılıp kapanmasına ve distribütör­lerin çalışmasına kumanda eder. Silindirleri bir sıra halinde düzenlen­miş motorlarda, kanı mili, silindir hlo-kunun alt kısmında bulunan yatakla­ra oturtulmuştur. Buna karşılık, "V" tipi silindir düzeni olan motorlarda ise. bu mil. silindir bankoları arasında ve krank milinin üstünde ver alır.

karbüratör

Silindirlerde patlayacak olan hava ve benzin buharı karışımının daha önceden hazırlanmış ve belirli bir dozda olması gerekir. Bu görevi karbüratör yapar. Karbüratörler, aldıkları gaz karışımı­nın karbüratöre giriş yönüne göre, ya­tay karbüratör, dikey karbüratör ve ters karbüratör diye adlandırılırlar. Karbüratör başlıca iki bölümden mey­dana gelir: Benzin haznesi ve benzin buharıyla havanın karıştığı karbürasyon haznesi. Benzin haznesine bir boruyla gelen benzin, bir şamandıra ile bunun üstündeki bir tıkaç tarafından belirli bir düzeyde tutulur. Bir miktar benzin emildiğinde, benzin haznesindeki benzin seviyesi alçalır ve şamandıra aşağı iner. Şamandıraya bağ­lı tıkaç da alçalarak, tıkamakta oldu­ğu benzin borusunu açar. Bunun üzeri­ne, benzinin seviyesi tekrar yükselir ve onunla birlikte şamandıra da yükse­lerek, tıkaç, boruyu tekrar kapatır. Ve bu çalışma, böylece sürüp gider. Silindir biçimindeki karbürasyon haz­nesi, hem dışardaki havayla, hem de motorla bağlantılıdır. Karbürasyon haznesiyle benzin haznesi arasındaki bağlantıyı ise jikle denilen boru sağlar. Jikledeki benzin seviyesi ile benzin haz­nesindeki benzin seviyesi aynıdır. Mo­tor durduğu zaman, jikledeki benzin, jikle deliğinden taşmayacak seviyede kalır. Motor çalışırken, emme supabı­nın açıldığı ve silindirle karbüratör arasında bağlantı sağlandığı sırada, si­lindir aşağı inince, karbürasyon haz­nesine hava girer. Hava akımı, jiklenin yanındaki bir boruyla daha da şiddet­lendirilir. Benzinin belirli orandaki hava ile karıştırılarak püskürtülmesi böylece gerçekleşmiş olur. Karbürasyon haznesinin çıkışında, gaz kelebeği denilen bir kapakçık bulunur. Gaz pedalı tarafından çalıştırılan ve bir eksen çevresinde hareket eden gaz ke­lebeği, jikleden sonraki karbürasyon bölmesini açıp kapamak suretiyle, mo­tora islenilen ölçüde yürütücü gücü verecek miktardaki gazın akımını dü­zenler.

Motorda, silindir sayısı kadar, gaz em­me borusu bulunur. Karbüratörün, ayrıca, yakıtı süzmeye yarayan bir benzin filtresi ile, tozları tutan bir hava filtresi vardır.

gaz pedalı

Otomobilin, kullanılması en fazla dik­kat isteyen parçası budur. Çünkü, sü­rücüye çok güçlü olduğu duygusunu veren, gaz pedalıdır. Direksiyon başına geçen kimse, kendisini hız sarhoşluğu­na katırıp, gelişigüzel gaza basmaktan sakınmalıdır.

Gaz pedalı, motorun yakıtla beslenme­sini, dolayısıyla gücünü, sürekli olarak kontrol altında tutar. Pedal, bir çubuk­lar düzeni aracılığıyla, gaz kelebeğinin açılıp kapanmasını sağlar. Pedala basıldığı ölçüde, gaz kelebeği de açılır ve bunun sonucu, daha büyük hacimde gaz emen motorun gücü artar.

</DIV>

otomobil

 

patlamalı motor

Bir tarafı tamamen kapalı, öbür tara­fında da bir piston bulunan silindirden meydana gelmiş bir yanma odası düşü­nelim. Yeteri kadar patlayıcı benzin ve hava karışımını, bu piston aracılı­ğıyla bir supaptan geçirerek, silindire emdirelim. Daha sonra pistonu çeke­rek, silindirdeki gaz yakıtın üzerine bir basınç uygulayalım. Bu arada, bir ateş­leme bujisinin çıkartacağı elektrik kı­vılcımını, gaz yakıtın içinde çaktıralım. Kıvılcım, gaz yakıtı derhal ateşleyecek ve gazların hacminin genleşmesiyle meydana gelen pallama sonucunda oluşan basınç, pistonu şiddetle geri itecektir.

Piston, ilk durumuna geldiğinde, ya­nan gazlar da egzoz adı verilen ikinci bir supaptan dışarı salınacaktır. Görül­düğü gibi bu olgu, art arda dört evre­de meydana gelmektedir: 1)Gazların emilmesi, 2) gaz yakıtın sıkıştırılması, 3) patlama, 4) yanmış gazların atıl­ması.

îşte, 1862'de Alphonse Beau de Roc-has'nın bulduğu dört devirli motorun çalışma düzeni buydu. Rochas'ya göre, bu devirler durmadan tekrar edilebi­leceğinden, söz konusu motor, bir taşıt aracını işletebilmek için, pistonun bu almaşık hareketini, bir biyel kolu ara­cılığıyla krank miline aktararak, döner hareket elde etmek mümkündü. Krank mili, büyük bir volanla donatılır ve bu volanın dönüşü, bir iletme sistemiyle.

arabanın tekerleklerine iletilebilirdi. İnsanlık, bugün, sefalet içinde ölmüş olan Beau de Rochas'ın buluşundan bol bol yararlanmaktadır. Çağımızın otomobillerinde kullanılan motorların hepsi, dört devirli, patlamab motorlar­dır. Motorlar, silindir sayısına göre gruplandırılmakla birlikte, silindirle­rin düzen ve teşkiline göre de sınıflan­dırılırlar. Bunlar, genellikle 2 ya da 4 veya 6, 8, 9, 12 hattâ daha çok silin­dirli olurlar. Silindirler bir düz sıra ha­linde ya da (V) biçiminde veya karşı­lıklı ve yatay olarak yerleştirilmişler­dir. Silindir sayısı fazla olan motorlar, daha düzenli çalışırlar. Pistonlar, silin­dirlerde o şekilde hareket ederler ki, bu çalışma süresi içinde daima bir motor

Karbüratör

Yağ doldurma ağzı kapağı Supaplar devri yer alır. Meselâ dört silindirli bir molerda, birinci silindirdeki patlama, motorun yarım devri sırasında olur, üçüncü silindirdeki pallama, bir son­raki yarım devrinde meydana gelir; motorun ikinci devrinde de, dördüncü ve ikinci silindirlerdeki müteakip pat­lamalar gerçekleşir. Motorun volanı, patlama sırasında sağ­lanan hareket enerjisinin bir kısmını biriktirir ve bir sonraki patlamaya ka­dar krank milini döndürmek üzere kullanır. Bunun sonucu olarak, motor­da silindir sayısı arttıkça, patlama sa­yısı da artar ve enerji üretimi çoğalır. Dolayısıyla volan, daha az enerji birik­tirmek durumunda kalır ve daha küçük çaplı olabilir.

buz-kıran

Technorati Etiketleri:

buz-kıran

Buzları kırmak amacıyla yapılmış tek­nelerin ilki, 1870'te denize indirilen "Pilot" adlı küçük bir tekneydi. Bu­nu, 1899'da ünlü "Ermark" buz - kı­ran gemisi izledi. İngiltere'de, Rus ami­rali Makharov'un plânlarına göre inşa edilen,- 97 metre boyunda, 22 metre eninde ve makineleri 9500 beygirgü-cünde olan bu geminin başarıları hâlâ aşılamamıştır. Modern buz - kıran ge­milerinin hepsi de, bu unutulmaz ör­neğin niteliklerini taşımaktadır. Buz - kıran gemisinin pruva bodosla­ması, buzu yatay ya da düşey bir ba­sınçla veya her iki yoldan kırabilecek biçimde yapılmıştır. Ayrıca, baş tarafı o şekilde inşa edilmiştir ki, buz - kı­ran gemisi bu sayede deniz buzulunun üstüne çıkarak, onu, ağırlığı altında ezer. Pruva bodoslamasının altına yer­leştirilmiş bir uskur, buzun altındaki suyu emer ve böylece tabiî bir destek­ten yoksun kalan buz, kolaylıkla par­çalanır. Bu iş için yardımcı olarak, gemiye balast'lar da yerleştirilebilir. Çok güçlü su pompaları, bu büyük haz­neleri çabuk çabuk doldurup boşaltır­lar ve böylelikle, sancak tarafındaki su­yu iskele tarafına, iskele tarafındaki suyu sancak tarafına aktararak, gemi­nin çok şiddetli bir fırtınaya tutulmuş gibi yalpalamasını sağlarlar. Bu yalpa­lama sonucunda, gemi, kendisini çev­releyen buzulu müthiş bir gürültüyle darmadağın eder.

ski

Technorati Etiketleri:

Kayak, tahtadan, yedi - dokuz santi­metre eninde, iki metre kadar boyunda, burunları hafifçe kalkık bir çift paten­dir. Bu patenler kayakçıya geniş bir denge alanı sağladıktan başka, vücu­dun ağırlığını geniş bir alana yaydık­larından, ayakların kara gömülmesini önlerler. Ağır yük kamyonlarının geniş jantlı tekerlekleri, tankların ve eskava-törlerin tırtıllı uzun şeritleri de, aynı şekilde, ağırlığı geniş bir alana yayma prensibine göre yapılmıştır. Eskiden, kayaklar tek parça tahtadan yapılırdı. Günümüzde bu iş için, ince yapraklar halinde dilinip kat kat yapış-

tırılmış dişbudak veya Kuzey Ameri­ka'da yetişen beyaz ceviz ağacı tahta­sından yararlanılmaktadır. Bu teknik sayesinde hem çok dayanıklı, hem de yeterince esnek kayaklar elde etmek mümkün olmuştur. Bundan başka, madenden, plâstik maddelerden ve cam elyafından yapılan kayaklar da vardır. Kayaklar kullanılmadan önce, taban­ları, "fart" adı verilen ve karın yapış­masını önleyen yağlı bir madde ile sı­vanır. Patenin "spatula" denilen ön ucundan başlayıp üçte ikisine kadar olan kısmına, bir bağlama düzeni yer­leştirilmiştir. Bu düzenle birlikte geliş­tirilmiş olan emniyet düzeni de burkul­ma ve kırılmaları (özellikle, öne doğru düşüşlerde meydana gelebilecek aşık kemiği kırılmasını) önler.

alavere havuzu

Technorati Etiketleri:

alavere havuzu

Alavere havuzları da bir çeşit hidrolik asansör sayılabilir. Bu havuzlar, gemi­lerin kanatlardaki engebeleri rahatlıkla aşmalarını sağlarlar. Gemi, her havuz değiştirişte, bir kademe iner ya da çı­kar. Böylelikle, art arda gelen havuzlar, âdeta dev bir merdivenin basamakları­nı meydana getirirler. Alavere havuzu, kanalın aşağı yukarı 50 m boyunda ve 6 m genişilğindeki ve iki ucu sağlam madeni kapılarla (K-l ve K-4) sınırlanmış bölmesidir. (Pa­nama Kanalı'ndaki havuzların veya Fransa'da, Donzere-Mondragon arasın­daki Saint - Pierre havuzunun boyutla­rı çok daha büyüktür). Kanaldaki su­yun gidiş bölümünü (B-l) geliş bölü­münden (B-4) bu havuz ayırır. Kana­lın geliş bölümündeki suyun seviyesi, gidiş bölümündeki suyun seviyesinden 3 m kadar yüksektir. Bir gemiyi B-l*-den B-4'e yükseltmek için, B-l ile ha­vuz arasında bağlantı kurulur. Bu iş, kapıların alt tarafındaki vanalar ya da modern havuzlarda olduğu gibi su ke­merleri yardımıyla yapılır. Havuzdaki suyun seviyesi B-l'deki suyun seviye­siyle aynı olunca. K-l kapıları açılır ve gemi havuza girer. Sonra K-l kapıları kapanarak, bu defa havuzla B-2 arasın­da bağlantı kurulur. Havuzdaki suyun seviyesi yükselir ve, onunla birlikte ge­mi de yukarı çıkar. Sonunda, havuz­daki suyla B-2'deki su eşit seviyeye ge­lir ve gemi yoluna devam eder.

deniz feneri

Technorati Etiketleri:
Technorati Etiketleri:

Deniz fenerleri geceleyin kuvvetli bir ışık saçarak, gemilere yol gösteren ışık kuleleridir. Bunlar, kıyıda ya da deni­zin ortasında bulunan yüksek kayaların üstüne yapılırlar. Boyları 75 metreye kadar ulaşabilir. Beyaza veya canlı renklere boyanmış olan bu fenerler, gündüzleri de birer işaret kulesi olarak işe yararlar. Bugün dünyada deniz trafiğinin güvenliğini sağlayan 25 000' e yakın fener bulunduğu tahmin edil­mektedir. Ayrıca, şamandıra üzerinde bulunan küçük deniz fenerleri de var­dır. Son yıllarda yapılan madensel kule biçimindeki deniz fenerleri karaya kab­lo ile bağlıdır.

Deniz fenerinde ışık kaynağı olarak genellikle elektrikten yararlanılır. Elek­trik yaylı ya da akkor lâmbalar, mer­ceklerle kuvvetlendirilmiş ışık demet­lerini, denizin yüzeyine paralel olarak yayarlar. Fenerdeki optik düzeninin ağırlığı 5 tonu bulur. Denizcilerin hemen tanıyabilmeleri için, her deniz fenerinin kendine özgü bir ışık düzeni vardır. Bu bakımdan fenerler, ışık saçan böceklere benzeti­lebilir. Nitekim ateş böcekleri de, tür­lerine göre değişik süreler ve aralık­larla ışık saçarlar. Bu sayede gerek di­ğer ateş böcekleri, gerekse biyoloji bil­ginleri tarafından ayırdedilirler. Hele bazı ateş böcekleri, renkli sinyaller ve­rirler. Meselâ Şili'de yaşayan bir ateş böceği türünün gövdesinde hem kırmı­zı, hem yeşil ışık saçan organlara rast­lanmıştır.

Deniz fenerleri beyaz ya da renkli ışık saçarlar. Bu ışık sürekli veya kesikli olabilir. Işığı kesikli fenerler, şimşekli ve sinyalli olmak üzere iki çeşittir. Şim­şekli fener, ışığı kısa ve düzenli ara­lıklarla çakıp sönen fenerdir. Bu fener­de çakan ışık, cıvalı bir yatak üzerine oturan ve çok sıkı bir şekilde kontrol edilen optik düzeninin dönmesiyle elde edilir. Sinyalli fenerin ışık sinyallerini ise. döner panolar sağlarlar. Bellibaşlı fenerler, sisli havalarda sesli sinyaller verirler. Ayrıca bu fenerler, radyoforlarıyla gönderdikleri elektro­manyetik dalgalarla da, bulundukları yeri. radyogonyometrelerle donatılmış gemilere kesinlikle bildirirler. Bu ya­yın, fenerden 180 km.'lik uzaklığa ka­dar ulaşabilir.

feribot

Technorati Etiketleri:

feribot

Bizim "araba vapuru" da dediğimiz fe­ribot (kelime İngilizcedir), arabaları veya vagonları bir yakadan öbür yaka­ya geçirmeye yarayan gemidir. Bu ta­şıt aracı sayesinde hem zaman kazanıl­mış, hem de bir sürü zahmetin, yorgun­luğun ve aktarmadan doğabilecek ka­zaların önüne geçilmiş olur. Yükleme ve boşaltmayı sağlamak için, geminin pupası ve pruvası, açılacak biçimde yapılmıştır. Feribotun içine, bir baştan öbür başa, demiryolu döşen­miştir. Bu demiryolu, karadaki hatla birleşecek şekilde düzenlenmiş ve dal­gakıranlar içinden geçirilmiştir. Va­gonlar, geminin sallanması sonucunda çarpışmasınlar diye birbirlerine sımsıkı bağlanırlar. Feribotta, otomobiller ve kamyonlar için, açılır - kapanır, özel bir köprü vardır.

İlk feribot seferleri, 1936'da, Fransa ile ingiltere arasında yapılmaya başlan­mış ve Dunkerrrue ile Douvres şehirle­rini birbirine bağlamıştır. Bugün özel­likle Danimarka, bir adalar ülkesi ol-, duğu için. feribot bakımından çok zen­gindir. Birleşik Amerika'da da. yüz va­gon yükleyebilen, dev feribotlar vardır. Yurdumuzda başlıca araba vapuru se­ferleri. İstanbul'un iki yakası ile Kar­tal - Yalova iskeleleri arasında yapıl­maktadır. Ticaret filomuzun en büyük feribotlarından birisi "Truva" adını ta­şımaktadır.

sonar

Technorati Etiketleri:

sonar

Sonar, ses-ötesi dalgalardan yararlana­rak, denizin içindeki cisimlerin yerini bulmayı sağlayan aygıttır. Yâni sonar, bir çeşit deniz radarıdır. 0 da radar gi­bi dalgalar yayar ve bunların yankıla­rını alır. Aralarındaki başlıca fark, ra­darın elektro- manyetik dalgalar yay­masına karşılık, sonarın yüksek fre­kanslı, ses-ötesi dalgalar yaymasıdır. (Elektro-manyetik dalgalar su içinde yayılmazlar. Alçak frekanslı, işitilebilir ses dalgaları da, su tarafından çabu­cak sönümlenecekleri için, sonarda kul­lanılmaya elverişli değildirler). Sona­rın özel bir projektörle yaydığı ses-öte­si dalgalar, bir engele rastlayınca, bu engelden yansırlar. Böylece hem enge­lin varlığını, hem de uzaklığını bildirir­ler. Dalgaların gidiş-dönüş süresinden, engelin ne kadar uzakta olduğu anlaşı­lır. Ancak, engelin ne olduğunu anla­mak ve onu bir balık sürüsüyle ya da balinayla karıştırmamak için. birçok ince hesaplar yapmak ve bu arada hid-rojon denilen, son derece hassas su-altı mikrofonlarından yararlanmak gerekir. Askeri gemilerde iki çeşit sonar kulla­nılır. Bunlardannöbet sonarı, denizin içindeki her türlü anormal sesi haber verir. Hücum sonarı ise. vurulacak he­defin yerini kesinlikle bildirir. Tabiat­ta, yunus balıkları da. sonar gibi çalı­şan işitme organlarının yaydıkları dal­gaların yankılarıyla yollarını seçerler.

yelkenli

Technorati Etiketleri:

yelkenli

Koca koca yelkenli gemiler, çoktan ta­rihe karıştı. Buna karşılık, gezi ve spor aracı olarak kullanılan yatların ve yel­kenli küçük teknelerin sayısı günden güne artıyor. Bir yelkenlinin taşıyıcı bölümü teknesidir. Hareket gücünü ise, rüzgârın yardımıyla, yelken takı­mı sağlar. Yelken takımı, üçgen biçi­mindeki iki ya da üç yelkenle, bunları tutan ve kullanmayı sağlayan direk, halat ve iplerden meydana gelmiştir. Teknenin eksenine ya da iki yanına yerleştirilmiş, ince ve sağlam tahtadan yapılma, hareketli bir parça yelkenlinin rüzgâr yüzünden sağa sola yatmasını ön­ler. Teknenin kıç tarafında bulunan ve yelkenliyi istenilen yöne çevirmeye yarayan dümen de, aynı şekilde düz, ince ve sağlam bir tahtadan yapılmış­tır. Dümenin baş tarafına, onu kullan­mayı sağlayan dümen yekesi takılıdır. Dümenci, yelkenliyi hangi yöne çevir­mek istiyorsa, yekeyi onun tersi yöne kırar. Başlıca yelkenli tipleri şunlardır: Marconi. dragon, fin, snipe. şarpi, star-bot, pirat, dingi ve "Uçan Hollandalı". Yelkenlilere daha çok sağlamlık, hafif­lik ve hız kazandırma alanında büyük ilerlemeler yapılmakta, tekneden direğe, yelkenden halatlara kadar her şey, her geçen gün biraz daha geliştirilmektedir. "Spinnaker" adı verilen, paraşüte ben­zer geniş flok yelkeni sayesinde, hızı daha da artırmak mümkün olmuştur.

parakete

Technorati Etiketleri:

Parakete, denizcilerin çok eskiden be­ri kullandıkları, geminin hızını ölçme­ye yarayan basit bir âlettir. Bu âlet, biçimi eşkenar üçgene benzeyen, tahta bir şamandıradan ve üzerine halat sa­rılı bir makaradan meydana gelmiştir. Şamandıra safralı olup, üç köşesinden makaranın halatına bağlıdır. Halatın üzerinde işaret düğümleri vardır. Bu dü­ğümlerden ilki, halatın, şamandıradan itibaren geminin boyuna eşit uzunluk­taki yerine konulmuştur. Bu düğümden sonra, asıl düğümler birbirini izler. Paraketeyi kullanmak için, şamandıra denize atılır. Tabiî, bu arada makara boşanmaya başlar. İlk düğüm gelir gelmez, otuz saniyede boşalan bir kum saati baş aşağı edilir. Otuz saniye, bir saatin yüzyirmide biri olduğuna ve her düğüm arasında, bir deniz milinin yüz­yirmide biri kadar uzaklık bulunduğu­na göre. kum saatinin boşalması süre­since geçecek düğümlerin sayısına bakılarak, geminin saate kaç mil hızla jol aldığı anlaşılır.

Bugün gemilerde genellikle otomatik parakete kullanılmaktadır. Bu âletin, geminin dümen suyunda dönen bir pervanesi vardır. Pervanenin belirli bir süre içindeki devir sayısı, elektrikli bir makine tarafından tespit edilir ve bu de*ir sayısının mil olarak karşılığı, kumanda köprüsündeki bir kadranda okunur.

periskop

Technorati Etiketleri:

periskop

Periskop denince, aklınıza, denizaltı gemilerinde suyun üstüne çıkarılarak dışarıyı gözlemeye yarayan aygıt gel­mektedir. Oysa daha Birinci Dünya Savaşı'nda, siper periskopları çok kullanılmıştır. Bunlar, her iki ucuna, birbirine 45 derece eğiklikle birer ayna yerleştirilmiş olan basit borulardı. As­kerler bu âletlerle, siperden çıkmaksı­zın ve düşmana görünmeden, çevreleri­ni gözleycbiliyorlardı. Ancak bu peris­kopların sağladıkları görüş alanı azdı. Birinci Dünya Savaşı'ndan bir süre sonra, daha geniş bir görüş alanı olan periskoplar yapılmıştır. Fransız'ların Maginot Hattı'nda kullandıkları bu pe­riskoplardır. Deniz periskobu ilk ola­rak Fransa'da, Gustav - Zede denizaltı gemisinde kullanılmıştır. Bugün en gelişmiş periskoplar, deniz­altı gemilerinde kullanılmaktadır. Bu periskoplarda, biri büyük öbürü küçük olmak üzere, uç uca ekli iki madenî tüp yer alır. Büyük tüpün çapı 150 mm. küçük tübün çapı ise 30-40 ıııııı'dir. Tüplerin ince olanı, periskobun su üs­tüne çıkan kısmıdır, ince tübün ucun­da ışınları toplayan, kalın tübün ucun­da da ışınları yansıtan prizma bulunur. Bu prizmalar aşağı yukarı 45 derece­lik bir görüş alanı sağlarlar. Özel bir aygıt, görüntünün büyüklüğünü değiş­tirmeye yarar. Periskop, ekseni çev­resinde 360 derecelik bir dönüş yapa­bileceği gibi, gökyüzünü seyretmeye de imkân verir.

Denizaltı gemisi, periskobunu, sadece daldığı zaman kullanır. Ancak, peris-kobun boyu tümüyle 8-9 metreyi geç­meyeceğinden, bu aygıtı kullanacak denizaltının su yüzüne yakın seyretmesi, "periskop derinliğf'ni aşmaması gere­kir. Bu derinliğin altında, denizaltı ge­misi "kör'dür. Periskop kullanılacağı zaman, küçük lüp, 50 - 100 santimetre kadar suyun yüzüne çıkar. "Periskop derinliği" su seviyesinden en çok 15 m aşağıda sona erer. Denizaltı gemisi bu derinliğin altında seyretmek ya da her­hangi bir nedenle periskobunu çıkarma­mak zorundaysa, çevresini kollayabil-mek için radarından yararlanır. Periskop, ayrıca, uzay füzelerinin ateş­lenmesini yeraltı koruganlarından iz­lemek için de kullanılmaktadır.

batiskaf

batiskaf

İsviçre'li profesör Auguste Piccard, ha-vakürenin stratosfer katmanına balon­la çıkan ilk insan olmuştu. Ünlü bilgin, daha sonra da, en derin denizlerin di­binde gözlemler yapmayı tasarladı ve bu amaçla batiskafı gerçekleştirdi. Piccard'ın batiskafından daha önce, Amerika'h Beebe, yine denizin derin­liklerini incelemek için batisfer,i yap­mıştı. Batisfer, çelikten, küre biçimin­de bir odacıktı ve bir kabloyla ana ge­miden denize indiriliyordu. Batisferin ineceği derinlik, kablonun uzunluğuyla sınırlıydı ve bu sınırın altında, kablo­nun kopması söz konusuydu. Beebe'nin batisferi, 1934'te 830 m. derinliğe ulaş­tı. Barton'un 1949'da yaptığıbenloskop ise 1500 m. derinliği aştı. Ancak, kablo salınımları yüzünden bu dalışların her ikisi de çok korkulu ve sıkıntılı oldu. Bunun üzerine Auguste Piccard. kab­loya bağlı olmayan ve denizin derinlik­lerinde serbestçe dolaşabilecek bir aygıt yapmayı tasarladı.

Piccard'ın yaptığı batiskafın kabini 2 m. çapında, deniz diplerinin şiddetli basıncına karşı koyabilecek bir çelik küredir. Bu küreyi, sudan hafif bir sı­vıyla (benzin) dolu. ince saçtan yapıl­mış bir şamandıra taşır. Batiskaf, iniş çıkış manevralarını benzin ve safra bo­şaltarak yapar. Safra, demir parçaların­dan ve kırıntısından ibarettir. Batiska­fı kullanan, aygıt dipten yüzeye doğru yükselirken, çıkışını hızlandırmak isti­yorsa, elektromıknatısların tuttuğu iri demir parçalarını bırakır; çıkışı ağır­laştırmak için de demir kırıntısı boşal­tır. Demir kırıntısı pirinçten bîr huni­nin içindedir. Huninin ağzının çevresi­ne de bir elektrik bobini yerleştirilmiş­tir. Bobinden akım geçtiği sürece, man­yetik güçler, demir kırıntılarını tutar­lar. Batiskafı kullananın akımı kesme­si halinde, demir kırıntısı, bir kum saatinden dökülen kum gibi akar gider. Akım, bir arıza sonucu kesilecek olur­sa, yine de tehlikeli bir durum doğmaz. Yalnızca, safranın tümü yok olacağı için batiskaf suyun yüzüne çıkar. Ba­tiskafta denge sağlamlığı ve yön duru­mu bir kılavuz-halatla sağlanır. Eklem yerleri kauçukla doldurularak su ge­çirmez hale getirilmiştir. Lombozlar, camdan değil, basınca dayanıklı plexig-las'tan yapılmıştır. Görüş alanı, son de­rece kuvvetli projektörlerle aydınlatıl­mıştır. Bu aydınlıkta, deniz dibindeki canlılar âlemini bütün ayrıtılarıyla gör­mek mümkündür.

Auguste Piccard'ın batiskafı, başlan­gıçta başarı sağlayamamıştı. Fakat da­ha sonra, mürettebatsız olarak 1480 m. derinliğe inmiş ve kolaylıkla çıkabil­miştir. Bunun daha geliştirilmişi olan Fransız yapısı FNRS-3, 15 Şubat 1954'-te Dakar açıklarında, kaptan Houot ile mühendis Vi'illm olduğu halde 4050 m. derinliğe inmiştir. O günden bu yana, Fransa ve İtalya'da yapılan Archimede ve Trieste adlı batiskaflarla en derin deniz çukurlarına inilebilmektedir.